“YA ONU HALKA VERİRSİNİZ YA HALK GELİP ONU ALIR”
Görkemli yıldönümü kutlamalarına, gösterişli tanıtım broşürlerine, kendilerine anlamlı amblemler çizdirtip piyasa dilli ve Atatürk referanslı sloganlar uydurtup marşlar yazdırarak yaptıkları kepli/havaya kep fırlatmalı, cübbeli/cübbe savurmalı mezuniyet törenlerine, şirket CEO’su ‘makamı’nın önemine uygun biçimde döşenmiş ‘makam odalarına’, cübbeli ‘kutsal mahal’ ziyaretlerine, ‘ayrıcalıklı’ öğrenci party’lerine, en AB endeksli yapılarına ve bünyelerinde sahip oldukları prestijli duayenlerine rağmen egemen üniversite modeli halkın/öğrencilerin hiçbir sorununa çözüm üretemiyor! Artık egemenler tarafından istenilen üniversite ve aydın ‘modeli’ halkın nazarında iflas etmiştir. ‘Sürekli’ kendisini ‘darbeleyen’ siyasi iktidar/kolluk gücü ve sermayeden mürekkep ‘egemen blok’un kendisine uyguladığı basıncı, neo-liberal politikaların üniversitede olgunlaşmasıyla birlikte içselleştirerek, artık bir ‘baskı’ olarak hissetmeyen üniversite ve üniversiteli aydın, kendisini kendisi yapan değerler sistemini yitirmiştir. O yüzdendir ki ‘artık sahip olmadığı’ değerlerine indirilen ‘darbeleri’ hissetmemekte ve tepki göstermemektedir! İlkin asker elbiseleriyle ‘girdiği’ üniversitenin ‘bilimsel ortamında’ bir televizyon programına konuk olan ‘darbeci’ Kenan Evren’in her sözüne alkış tutmaktan nasırlaşan ‘akademik eller’ bunun en iyi örneğidir.
“Sahiden kötüdür köle ahlakı, Efendinin ahlakının sona ermeyişidir.”
Theodor W. Adorno
Ama her devrimci değişim döneminde olduğu gibi, bu dönem de ‘taraflar’ kendi aydınlarını yetiştiriyor. Muğla Üniversitesi’nde ‘darbeci’ Kenan Evren’i alkışlayan ‘eller’in içeriye almadığı aydın /devrimci öğrenciler ve Ege Üniversitesi’nde öldürülen Serkan Eroğlu’nun anmasında polisin, akademisyen ve öğrencilere/üniversiteye müdahale etmesini protesto eden; ve Başkent’te öğrencisine arka çıkarak “bakan kılıklı tüccarlara” üniversiteyi ‘dar’ eden ‘akademik eller’ de var! “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” der Gramsci.
Bugün üniversite ve onun asli unsurlarından biri olan üniversiteli aydın/akademisyen hiç olmadığı kadar nihai ve mecburi bir tercih yapma zorunluluğuyla karşı karşıya. Bilginin metalaşmasının ve bir kamusal alan olarak üniversitenin fikren ve fiilen topyekün tasfiyesi sürecinin dayatmış olduğu bu zorunluluk, aynı zamanda topyekün özgürlüğün de olanağı olacaktır. Üniversiteli aydın/akademisyen’in bu konularda takınacağı politik tutum ve geliştireceği ahlak, 21.yy’ın üniversite/toplum modeli ve ilişkisinin de nasıl olacağının ipuçlarını verecektir.
Bilgi üretimi kendi meşruiyetini insanın özgürleşme ereğine mi, sermayenin kar motifine mi dayandıracaktır? Bilgi toplumsallaşarak mı, ticarileşerek mi yayılacaktır? Bilimsel bilgi, insanlığın evrensel bilgi haznesine ait ve kamusal kullanıma açık mı olacaktır yoksa mülkiyet rejimine ve meta ilişkilerine mi tabi olacaktır? Ve nihayet bu çağın üniversiteli aydını, bilim etiğini ve kendi yaşam pratiğini burjuvazinin iktidar etme ve piyasa ahlakıyla mı birleştirecek, yoksa “ezilenlerle kaynaşma ahlakı” geliştirme doğrultusunda mı kuracak? Kısacası, üniversite ve bilim 21.yy’da tarihsel olarak iki ilkeden hangisinin yörüngesinde (belirleyen ve belirlenen olarak) saf tutacak: “toplumsal mülkiyet ilkesi”nin (yani sosyalizmin) mi, yoksa “özel kapitalist mülkiyet ilkesi”nin mi?
Kısa Bir Tarih: Üniversite/Bilim Kimin Mirası?
Modern anlamda üniversite, Avrupa’da Aydınlanmanın güçlü politik ve felsefi geleneğini de arkasına alarak, esasen burjuvazinin ‘devrimci’ dinamizminin çok yönlü ihtiyaçlarını karşılamak ve kapitalizmin topraktan kopartarak yeniden örgütlemek istediği toplumu inşa etmekte kullanılmak üzere; tahakkümcü iktidarın yani devletin (ve kilisenin) dışında yine bu toplum tarafından üretilen tarihsel/kolektif ‘yaşam bilgisini’ belirli bir merkezde toplama ve yeniden “bilimsel” olarak üretme saikiyle kurulmuştu. Artık, insanlığın ortak haznesindeki “evrensel bilginin” burjuva kamusal alan olarak mekanı üniversite olacaktı. Araştırma ve öğretim ilkelerinin birliğine dayalı seküler yani dünyevi bilginin mekanı olan Alman-Fransız (Kara Avrupası) üniversite modeli ve ‘burjuva aydın tipi”, bilginin, iktidarın (siyasi-dini) dışında ve karşısında üretilebilirliğinin doğal sonucu olan “üniversitenin devletten özerkliği” ilkesini de bir ideal olarak yanına alarak oluştu.
Bu süreç, bilginin/bilimin bir taraftan kapitalist toplumda büyük (ve görece olumlu) ilerlemelerin kurucu öğesi olma yeteneğini artırırken, diğer taraftan bütünsel olarak “değişim değeri” karşısında “kullanım değeri” özelliğini kaybetmeye başlayarak yani devrimci niteliğini yitirme eğilimine girerek parçalanmaya, uzmanlaşmaya başlamasına ve halktan daha da kopmasına neden olan gerilimli bir süreçtir. Üniversitede bilimin bütünlüğünün bozulmuş haliyle doğa ve toplum bilimleri, bu tarihsel kesitte toplum adı altında burjuva kamunun (yani özel mülkiyet sahibi erkeklerin oluşturduğu siyasal topluluğun) ihtiyaç duyduğu ekonomi-politiği ve devletin yönetim bilgisini üretmek ve yönetim elemanını yetiştirmek üzere şekillendirildi. Burjuvazi aynı zamanda ‘kamu’ya, etnik-dilsel-coğrafi birlik varsayımına dayandırdığı ulus giysisini de giydirerek kendi özel çıkarlarını kamusal-ulusal çıkar olarak lanse edip üniversiteyi ve üniversiteli aydını da burjuva devlet ve kamu/ulus yani cumhuriyet adına konuşan ve onları temsil eden ayrıcalıklı bir kesim olarak işlevlendirdi. Böylece aydın ve üniversiteyle, ‘gerçek anlamıyla’ toplum arasında sonuçları günümüze kadar uzanan bir kopukluğun da temelleri atılmış oldu. Bir çeşit ‘modern ruhban sınıf’ olarak toplumdan yalıtık, kendi davranış kalıbı ve diliyle bağımsız bir zümre olarak halkın korktuğu ama çoğu zaman itibar etmediği bir bilim toplumu oluştu.
Proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkması ve burjuvazinin ‘devrimci’ sıfatını kaybedip ‘gerici’ bir sınıf şeklini almaya başlaması, bilim ve üniversitenin ve genel olarak eğitimin toplumdaki yerini daha da önemli hale getirdi. Topraktan kopartılarak kentlerde emek gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan ve dahası ‘hayat bilgisi’ elinden alınıp tepeden tırnağa savunmasız kalan ‘mülksüz’ üreticinin temel insani ihtiyaçlarının toplumsallaştırılmış biçimde giderilmesi zorunluluğu, işçi sınıfının politik mücadelesiyle birlikte burjuva kamusal alan ve kamusal/ulusal çıkar kavramlarının karşısına proleter kamusal alan kavramını çıkardı. Özellikle eğitim, sağlık ve iş/sosyal güvenlik alanlarında burjuvaziye ve onun devletine karşı elde edilen kazanımlarla ve bu süreçte oluşan Gramsci’nin deyişiyle organik, ‘sol aydın’la birlikte üniversite kurumu ve bilgi/bilim, halkla ‘dolayımsız’ bir şekilde ilişki kurabilme olanağına kavuştu. Üniversite, bilim ve bilim insanının her türlü tahakküm karşıtı entelektüel işlevi ve politik mücadelesi de işte bu tarihsel süreçte gerçek anlamda ete kemiğe büründü.
Proletaryanın diğer alanlarla birlikte eğitim alanında ‘pratik ve politik’ kazanımlarıyla tariflenen süreç aslında bu dönemde bilimsel niteliğine kavuşan sosyalizmin yani toplumsal mülkiyet ilkesinin burjuvazinin özel kapitalist mülkiyet ilkesine karşı kazandığı tarihsel bir zaferdir. Diğer bir deyişle insan ve doğa ayrımına dayalı bakışıyla, uzmanlaşmacı, yabancılaştırıcı ve tahakkümcü yapısıyla metafizik/pozitivist burjuva bilimi ve üniversite modeline karşı; insan/doğa birlikteliğine dayanan, üretiminde ve dolaşımında halkın yararının esas alındığı, bilimi felsefeden koparmayan, özgürleştirici yapısıyla sosyalizmin biliminin zaferidir! Bu iki ilke arasındaki çatışmanın ve sürekli sınıf mücadelesinin dolaysız gerçekleşme alanı olarak kamusal alan ve bir kamusal alan olarak üniversite, bir taraftan sermayenin ve devletin bitmeyen isteklerini karşılama görevini üstlenirken diğer taraftan kendisine yönelen her müdahalede gerçek-evrensel bilginin (doğru bilginin) üreticisi sıfatıyla entelektüel/toplumdan yana taraf tutan bir militan ve ‘özerklik/bağımsızlık’ talebiyle politikleşerek özgürlük mücadelesi veren toplumsal bir aktördür. Bu yüzdendir ki egemenler her dönem üniversitenin, üniversiteli aydının/akademisyenin ve elbette devrimci öğrencilerin üzerindeki kontrol ve denetimini mecburen faşist yöntemlerle sağlamak zorunda hissetmiştir kendisini. Unutmamak gerekir ki kapitalizmin tarihi bilim ‘şehitlerinin’ tarihidir!
Bugün tasfiye edildiği biçimiyle bir kamusal alan olarak üniversitenin özellikle 2.Dünya Savaşı sonrasından 1980’e kadar uzanan tarihsel zaman diliminde kristalize olan hali, aslında üniversiter mücadeleyi de kapsayacak şekilde sınıflar mücadelesinin ve sosyalizmin tarihsel bir döneminin bize bıraktığı (inanılmaz deneyim ve zenginliklerle dolu) mirastır. Emperyalizmin konjonktürel ihtiyaçlarının, sınıflar savaşımının girdiği dengenin ve soğuk savaş döneminin zorlamaları altında tarihsel olarak ‘istisna’ diyebileceğimiz bu tarihsel kesit (1945-1980) toplumsal mülkiyet ilkesinin ‘reformcu’ gerçekleşme biçimine sahne olmuştur. Keynesyen uygulamalarla bilinen bu dönemin temel özelliği, egemenlerin evrensel, parasız sosyal hizmetler sisteminin bir parçası olarak eğitimin ve özelinde üniversitenin bir kamusal alan olarak toplumun daha geniş bir kesimine açılmasını kabul etmek zorunda kalmasıdır. Yani her alanda önüne kar amacını ve piyasanın arz/talep ilkesini koyan sermayenin bu hedefini daha sonra gerçekleştirmek üzere kısmen rafa kaldırmasıdır.
Bu tarihsel kesit, emperyalizm döneminde bağımlı ülkelerde, sınıf mücadelesinin ve kapitalizmin gelişme biçimlerindeki farklılıklar nedeniyle, emperyalist merkezlerde olduğu gibi gelişmiş bir sosyal haklar yelpazesini sahiplenen bir “refah devleti” şeklinde değil, sömürge kapitalizminin yukarıdan aşağıya doğru inşası sürecinin bütün kurucu maliyetlerini üstlenen “otoriter bir kamu ekonomisi” biçiminde yaşandı. Bunun, en azından Kara Avrupa’sı üniversite ve bilim geleneğini sahiplenen, bizimki gibi sömürge kapitalizminin geçerli olduğu bağımlı ülkelerin üniversitelerine, üniversiteli aydınına/akademisyenine ve bilim politikasına yansıması ise elbette farklı olmuştur.
Esasında, büyük siyasi mücadelelerle kazanılan bir alan olmasının ötesinde, siyasetin kendisinin kurulduğu bir alan olarak kamusal alanın ‘kamu’su, bizde ‘siyasal vatandaşlar toplumu’ ile özdeşleşmediği gibi, ‘ulus’ ve bu ulusun kalkındırılması gibi misyonları temsil eden otoriter kurumlar ve tam da dışında ve karşısında yer alan ‘devlet’le özdeşleşti. Sömürge tipi üniversite ve üniversiteli aydın/akademisyen de ‘baba’ devlet ve kamu/ulus adına yani cumhuriyet adına konuşan ve onları temsil eden ayrıcalıklı bir kesim olarak, misyon yüklü bir kurumsallaşma ile batıdan ödünç aldığı “burjuva bilim yönteminin”, yani pozitivizmin en kaba yorumlarıyla tarih sahnesinde yerini aldı. Nitekim, 1960’ların bilim politikasına damgasını vuran da “bilimin tarafsız, evrensel ve sınıflar üstü bir ‘kutsal’ öğreti olduğunu vaaz eden pozitivizm” oldu. Ancak ‘60’ların sonlarında (1) Kıta Avrupası üniversite geleneğini takip ediyor olmasının getirmiş olduğu kürsü sistemi temelinde öğretim ve araştırmanın birlikteliğine dayalı sistemin ve “görece” üniversite özerkliğinin avantajını da kullanarak, (2) mücadele sahnesinde ağırlığını koymaya başlayan emekçi sınıfların ve gittikçe yoksullaşan geniş halk yığınlarının etkisiyle ve (3) dünyadaki/Türkiye’deki devrimci rüzgarın yarattığı bilinç sıçramasıyla akademide ve akademi dışında, organik anlamda solcu aydın sahnedeki yerini alabildi. Artık çarpık da olsa bir kamusal alan olarak üniversite fikrinin ve “evrensel gerçeğin bilgisinin (doğrunun)” entelektüel/devrimci militanlığının yanında, üniversitenin ve ezilenlerin gerçek demokrasi mücadelesini Dev-Genç’le birlikte üniversiteli aydın/akademisyen de sırtlayacaktı. Hem de faşizme hedef olma pahasına, faşizme karşı mücadelede ön saflarda yer alarak. Dönemin devrimci atmosferinde, bir kamusal alan olarak üniversiteyi ve bilimi, entelektüel bir militan/devrimci olarak halk yararına işlevlendirmeyi kısmen de olsa başarıp, halk nazarında büyük bir prestij elde eden sol aydın, egemenlere biat eden geleneksel akademisyenin tersine halkın sözcüsü/vicdanı/temsilcisi sıfatıyla bilim ve üniversiteyle (Dev-Genç’le birlikte) simgeleştiği bir döneme girecektir.
1980 ve YÖK: Üniversitede Karşı-Devrim…
1980’le birlikte üniversite ve üniversiteli aydını ise, 12 Eylül’ün açık faşizm icrasından ilk nasiplenenler olmuşlardır. Eş zamanlı olarak, halkın değil, fakat burjuva kamu/ulusun ruhban sınıfı olarak temsilcisi ve sözcüsü ‘sağ aydınlar’ üniversite kadrolarına yerleştirilmişlerdir. Üniversite ve bilim iğdiş edilerek özerk ve entelektüel/devrimci nitelikleri YÖK’ün askeri nizamıyla birlikte dumura uğratılmıştır. Uzunca bir süre üniversiteli aydın/akademisyeninden uzak kalan üniversite ve bilim, halktan kopartılarak çağrıştırdığı ‘özgürlükçü’ niteliğini yitirerek egemenlerin ihtiyaçları doğrultusunda bir ideoloji üretim merkezi olarak yeniden yapılandırılmıştır. Devrimci dalganın önünün kanla kesildiği bu süreç, ülkede ve üniversitede neo-liberal politikaların uygulanabilmesinin önünü açmak için başlatılmıştır. Zira ilk kez “özel üniversite”lerin açılmasıyla bir ticaret kurumu niteliği kazanmaya başlayan “otoriter kamu ekonomisi”nin devlet/kamu üniversitesi, “otorite”sini kaybetmeye başlamakta ve kamusal niteliğinde bir gedik açılmış olmaktadır.
Bilim ve üniversite açısından bu süreci bilginin metalaşması ve bir kamusal alan olarak üniversitenin tasfiyesi programı izlemiştir. ‘Kamusal üniversite’ modeli yerine ‘girişimci üniversite’ modelinin geçirilmesiyle tanımlanan bu dönemde, arz ve talep yasalarının genel olarak eğitim ve bilim/bilgi üzerinde hakimiyeti önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılması amacı güdülmektedir. Bilginin alınıp-satılabilen bir şey olmasının ötesinde, kapitalist üretim sürecinde bir girdi haline gelerek üretim sürecinin vazgeçilmez unsurlarından bir tanesi olması, bilimsel bilginin üretim merkezleri olarak üniversitelerin sermaye açısından yeniden şekillendirilmelerine neden olmuştur. Üretim süreci noktasında sanayiye eklemlenen üniversite, sermaye için ısmarlama bilgi üreten bir kurum; üniversiteli aydın/akademisyen ise hangi bilgiyi, nasıl üreteceğine karar verme iradesini kaybederek, tarihsel olarak aydın (entelektüel militan) ceketini duvara asıp/asmak zorunda kalıp piyasanın ‘anketörü’, ‘bilgi işçisi’ haline gelmiştir.
Evrensel-eşit-parasız sosyal hizmetler alanının piyasalaşması süreciyle birlikte bir kamusal alan olma niteliğini tüm boyutlarıyla yitirmekte olan üniversite ise kendisini yadsıyarak piyasanın ilkelerine göre hareket eden ‘esnek’ bir kurum olma yolunda ilerlemiştir. Her şeyde olduğu gibi ‘kamusal’ içerikli bütün kavramlar/tanımlar piyasa kavramlarıyla yer değiştirmeye başlamıştır. Üniversite/şirket, öğrenci/müşteri vb. ya da Tayyip’in dediği gibi eğitim bir hak değil, “bedeli ödenmesi gereken yarı kamusal bir hizmettir”.Bu bağlamda bir yeniden tanımlama operasyonuyla karşı karşıyayız.
80’lerde köklerini bulan ve 90’larda başlayan her şeyi “yeniden tanımlama” operasyonu, sosyalizm ve sınıflar mücadelesi açısından tarihsel bir öneme sahiptir! Proletarya, tarih sahnesine çıktığı andan beri, kendi özel çıkarlarını toplumun/ulusun çıkarları olarak gösterme yeteneğine sahip olan ‘burjuva kamusal alan’ın karşısına kendi/karşıt kamusal alanını çıkararak ve dahası burjuva entelektüel donanımının karşısında kendi/karşıt entelektüel donanımını yaratarak çok önemli bir silah elde etmişti. Öyle bir silah ki, hem bir mücadele/devrim bilgi donanımı hem de burjuva dünya/yaşam tasavvurunu ‘aşan’ bir entelektüel donanım. Daha basit bir ifadeyle proletarya, burjuva kavramlarının karşısına kendi kavramlarını çıkarmıştı. Pratik politik mücadelede elde ettiği her bir kazanım, aynı zamanda kendi kavramlarının burjuva kavramları karşısında bir zaferiydi. İşte halkların bilincine kazınan ve ‘kurumlara’ halkların bakış biçimini de tarifleyen bu kavramların burjuvazi tarafından da ‘görece’ kabul edilmek zorunda kaldığı bir dönemden yeni bir döneme geçişte uygulamaya konulan bir karşı devrim stratejisinin entelektüel/politik boyutudur yeniden tanımlama operasyonu. Bir dönemin “sosyal/ekonomik” yükünden kurtulmayı hedefleyen ve yeniden sömürgeleştirme politikalarıyla eş zamanlı geliştirilen bu operasyon, esasen çözülmüş olan bir dönemin proletaryasının karşıt kamusal alanına karşı, burjuva kamusal alanın yeniden hem de ilk kapsamını da aşan bir şekilde inşa/icra edilmesi amacını taşımaktadır. Bu amacın, emperyalist siyasi-askeri ‘zor’un kontrolünde ilerletilen neo-liberal ekonomik reformları/programları hayata geçirirken geniş çaplı bir ideolojik hegemonya alanı yaratmadan gerçekleştirilemeyeceği açıktır.
Bu bağlamda üniversite, bir taraftan somut anlamda siyasi-askeri zorun kontrolünde sermayenin istilasına uğrarken, bir taraftan da egemen ideolojik tezlerin üretim ve yayılma merkezi olarak örgütlenmektedir. Aynı zamanda üniversitenin kendisi de egemen ideolojik hegemonyanın yerleştiği bir alan haline gelmiştir. 90’ları piyasalaşma ve bilginin metalaşması sürecine eşlik eden ‘tarihin sonu’ tezleriyle karşılayan üniversite, ‘yapı söküm’e uğrayarak bütünlüğünü ve ‘tarih bilincini’ yitirmiş; dönemi karakterize eden (yansımasını sol’da da bulan) ‘elveda proletarya’ nakaratıyla tanımlanan ‘sınıftan kaçış’ eğilimi, üniversite ve üniversiteli aydın/akademisyende de kendini göstermiştir. Bunu izleyen ‘siyasetten kaçış’, siyasetsizliğin-iktidarsızlığın siyasetini üretmiş ve üniversitenin az da olsa kalan entelektüel muhalif potansiyeli de neo-liberal ideolojik alanın hegemonyasına dahil olmuştur. Dönemin ‘sol’ aydını da bu kaçış’ın sonunda nihayet “demokrat-sivil toplumcu-AB’ci, üniversite dostu/hayırsever/sponsor” para babalarının (egemenlerin) eteklerinin dibine kadar kaçabilmiştir. Kaçılansa elbette aslında halkın/toplumun sorunlarından velhasıl halktan başkası değildir. Üniversite öğrencileri açısındansa bu “kaçış” genel bir eğilim olarak kendisini ‘siyasetten’, ‘memleket sorunlarından’ kaçışın ötesinde “üniversiteden kaçış” ve “kendi sorunlarından dahi kaçış” şeklinde göstermiştir. 90’ların bu kaçış eğiliminden öte eğitimin paralılaştırılmasına, üniversitelerin piyasalaştırılmasına ve genel olarak neo-liberal politikaların toplumda yarattığı tahribatlara ‘dur!’ diyebilense geliştirdiği özgün tarzı ve politikasıyla Öğrenci Koordinasyonu’nda ifadesini bulan ‘96 öğrenci hareketi olabilmiştir. Kamusal alanın tasfiyesi doğrultusunda neo-liberalizmin ilk uygulamalarına karşı güçlü bir kitlesel tepki hareketi geliştirmesi ve akademisyenler başta olmak üzere toplumun bir çok kesimini de arkasına alarak dönemin en önemli demokratik mücadele örgütlerinden birisi olmasının yanında, sisteme karşı meşru-militan çizgisi ve demokratik işleyişiyle aynı zamanda onu aşan bir alternatif de olabilmiştir.
Yeni Bir Tarih Başlıyor
Neo-liberal politikaların olgunlaşması/içselleşmesiyle tarihsel yükünden epey ‘kurtulan’ burjuvazi bu ‘yük’ün, yani kamusal alanın ‘kamu’sunun yerini şimdi ‘ulus’ ve ‘küresel toplum’ gibi farazi kavramlarla doldurarak kendi kamusal alanını inşa etmenin hesabında. Oysa temel yaşamsal ihtiyaçlarını giderme yeteneği elinden alınan toplum, yani milyonlardan oluşan yeni mülksüzler yığını, ne ‘küresel toplum’a sığar ne de ‘ulus’a! Bu bağlamda yeni bir tarihsel eşikte olduğumuzun altını çizmekte fayda var. Bu noktada ‘kaçış’ eğilimi değil, tehlikeli bir ‘geliş’ eğilimi söz konusudur!
Bahsi geçen tarihsel eşik, aynı zamanda oluşmakta olan yeni proletaryanın karşıt kamusal alanını, ilk kapsamını da aşan bir şekilde inşa etmenin olanağını yaratmaktadır. Toplumsal mülkiyet ilkesinin reformcu gerçekleşme biçiminin tarihsel olarak sırasını savdığı sabitken, devletten ve piyasadan ayrı bir şekilde oluşturulacak yeni bir karşıt kamusal alan mücadelesi, siyasi mücadeleden ‘ayrı’ düşünülemeyeceği gibi devrim mücadelesinin ta kendisidir. Karşıt kamusal alan ve karşıt entelektüel donanım ise neo-liberal politikalara karşı verilecek sert savaşın içinde kazanılacaktır.
“…devrimci ve isyancı olarak benim küçük geçmişime dayanarak, Las Villas üniversitesinin şimdiki öğrencilerine eğitimin kimseye bırakılan bir miras olmadığını ve şimdi görev yaptığımız eğitim kurumunun kimsenin aldığı bir miras olmayıp Küba halkına ait olduğunu anlatabilirim. Ya onu halka verirsiniz ya halk gelip onu alır”
Che Guevera
Üniversite/bilim ve üniversiter unsurların mücadelesi ise bu genel mücadelenin içersinde oldukça kritik bir yerde durmaktadır. İlk olarak, kendileri de piyasalaştırma politikalarından nasiplerini alan üniversite öğrencileri ve akademisyenler, kendi yaşam alanlarında yani üniversitelerinde basit bir müşteri/ucuz işgücü konumuna düşmüşlerdir. Tarihsel/talihsiz bir ayrım olan kafa emeği-kol emeği ayrımından ilki paylarına düşen üniversiteliler güvencesiz, geleceksiz ve en temel insani ihtiyaçlarını gideremez bir durumdadırlar. İkinci olarak üniversiteli olmanın gerektirdiği her türlü iktidarın tahakkümünden özerk, özgür/demokratik ve söz/karar haklarının olduğu bir üniversite ortamından mahrumdurlar. Bilginin üretim ve dolaşımı üzerindeki her türlü karar/denetim yeteneklerinden de yoksundurlar. Bu alanlarda geliştirilecek mücadele pratikleri doğal olarak doğrudan müşterileştirme, metalaştırma ve piyasa karşıtı olmak zorundadır. Egemenlerin tarif ettikleri “idari ve mali özerklik” safsatasının karşısında gerçek bir özerklik/demokratiklik mücadelesi ise doğrudan siyasi mücadeleyi zorunlu kılmaktadır.
Emperyalist sömürgecilik politikalarıyla değişen devlet-sermaye ilişkilerinin karşısında üniversitelerin geri alınması mücadelesi aynı zamanda “piyasa ilkesini” geriletecek kamusal gedikler açmayı, hatta bahsi geçen sorunlara kamusal çözümler bulmayı dayatmaktadır. Fakat bu “kamu” bir dönem öncesinin “uzlaşma” kamu’su olmayacak, tersine tam da devletin dışında ve karşısında oluşturulacak “yeni bir demokratik kamu” olacaktır.
Bu çağın üniversiteli aydını, bilim etiğini ve kendi yaşam pratiğini burjuvazinin iktidar etme ve piyasa ahlakıyla mı birleştirecek, yoksa “ezilenlerle kaynaşma ahlakı” geliştirme doğrultusunda mı kuracak? İşte bu noktada yeni bir demokratik kamunun oluşumu ancak gençliğin devrimci eyleminin öncülüğünde gerçekleşecektir. Üniversitenin diğer bileşenlerini de bu mücadelede saflaştıracak temel, neo-liberal politikalara karşı gelişen devrimci gençlik pratikleridir. Geri çektirilen her ulaşım zammı, barınma sorununa bulunan her kolektif çözüm, yemekhanelerdeki en ufak kazanımlar, parası ödenmeyen her transkript-öğrenci belgesi-öğrenci kimliği, ve giderek ödenmeyen her harç, neo-liberal üniversite modeline ‘kamusal’ gedikler açacaktır. Bilgi üretim ve dolaşım süreçlerinde var olan modelden kopan her akademisyen ‘bilgi oligarşisi’ni rahatsız edecektir. Neo-liberal politikaların doğrudan yansıdığı bir yer olarak üniversitelerin yeni bir karşıt kamusal alan olarak örgütlenmesinin tüm toplum için yaratacağı ‘öncü’ ve ‘entelektüel/militan’ etki ise tahmin edilenden çok daha büyük olacaktır.
*Bu yazı Emperyalizme, Oligarşiye Karşı Devrimci Gençlik Dergisi’nin 7. sayısında yayınlanmıştır.