Kimileri, “Yeterince çabalarsan, zekânı kullanırsan ve biraz da şansın yaver giderse zengin olursun. Paran olduğu sürece de istediğini yapmakta özgürsün” der. Başkalarına göre ise, herkesin aynı hedefler uğruna kıyasıya rekabet ettiği bir dünyada özgürlükten söz etmek mümkün değildir. Bazı yaklaşımlar da özgürlüğü yalnızca bireyin kendi sınırlarını koruyabilmesiyle tanımlar. Günümüzde özgürlük denilince çoğu insanın -bilinçli ya da bilinçsiz- başvurduğu tanım, 1793 Fransız Anayasası’nın 6. maddesinde geçen şu ifadedir:
“Özgürlük, başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir.”
Bu yaklaşım toplumun içinde yaşanılan kültürel, toplumsal ve ekonomik koşulları göz ardı eder. Bu çerçevede yapılan tanımlar ise çoğu zaman kendi içinde çelişkilidir. Zira “başkasına zarar vermeden yapılan her şey özgürlüktür” şeklindeki bir anlayış, ilk bakışta makul görünse de, problematiktir.
Örneğin, dijital ortamlarda kişinin dilediği gibi para harcaması ya da yatırım yapması, ilk bakışta yalnızca bireysel bir tercih gibi görünür. Ancak bu para, küresel ölçekte toplumsal eşitsizlikleri sürdüren ya da doğrudan sömürüye hizmet eden sistemin parçası olabilir. Benzer şekilde, ihtiyacımız olmayan şeyleri satın almak, marka giyinmek gibi tercihler de bireysel özgürlük olarak sunulsa da bu tercihler tüketime dayalı bir yaşam tarzını besler, doğaya zarar verir, emeği sömürür ve ekonomik eşitsizlikleri derinleştirir. Bu durumda, gerçekten “kimseye zarar vermeyen” bir özgürlükten bahsetmek mümkün müdür?
“Hak Sahibi” Olmak Özgürlük Getirir Mi?
Karl Marx’ın Yahudi Sorunu Üzerine adlı eserinde yaptığı önemli bir ayrım vardır: Politik özgürlük ile insani özgürlük arasındaki fark. Marx’a göre, politik özgürlük yalnızca bireyin devlete karşı belirli haklara sahip olması anlamına gelir. Örneğin; bir kişi din özgürlüğü hakkına sahipse, istediği dine inanabilir ya da inanmayabilir. Ama bu, onun dinden tamamen “kurtulduğu” anlamına gelmez. Aynı şekilde, mülkiyet hakkına sahip olmak, kişiyi mülkiyetten “özgürleştirmez” sadece mülk sahibi olma hakkı tanır.
“İnsan bu yüzden dinden kurtulmuş olmaz, sadece dinsel özgürlük kazanır. Mülkiyetten kurtulmuş olmaz, sadece mülk sahibi olma özgürlüğü kazanır.”
Yani birey; dinin, mülkiyetin veya ekonomik ilişkilerin yarattığı çelişki ve baskılardan kurtulmaz sadece bu alanlarda “hak sahibi” olur. Bu da, özgürlüğün sadece bireyin yasal haklarına indirgenmesi anlamına gelir ve toplumsal çelişkileri gizler. Bu da “burjuva özgürlüğüdür” ve herkes “eşit haklara sahip” görünür ama sınıfsal eşitsizlikler devam eder. Kapitalist sistemin yarattığı yapay özgürlük ortamı toplum tarafından normalleştirilir ve değiştirilemez kabul edilir. İnsanlar özgür olmadıklarını sezseler bile, içinde yaşadıkları düzen onlara “doğal” ve “kaçınılmaz” olarak sunulur.
Gerçek Özgürlük Mü?
Neoliberalizmin toplumun her alanına nüfuz ettiği günümüzde, özgürlük vurgusu artarken, ilginç bir şekilde tek tipleşme de gözlemlenmektedir. İnsanlar benzer kıyafetler giyer, aynı saç modellerini tercih eder, benzer sosyal medya platformlarında benzer içerikler tüketir, benzer bir internet dili kullanır. Bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Bu tercihler gerçekten bireysel mi, yoksa “görünmez” bir yönlendirme altında mı şekilleniyor? Farkında olmadan yönlendirilen tercihlere “özgürlük” diyorsak, bu özgürlük gerçek bir özgürlük müdür?
Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi kitabında “Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçları üzerinde de denetim sahibidir.” diye belirtiyor. Bu ifadeyle de görünüyor ki; ekonomiyle sınırlı olmayan, aynı zamanda düşünsel, kültürel ve sanatsal alanların da kapsandığı bir hegemonya ilişkisi kuruluyor. Gerçek özgürlük tanımlaması da bu kapsamda ortaya çıkıyor. Devletin ya da sermayenin bireylere sunduğu bir ayrıcalık kapsamında değil. Toplumsal çelişkileri fark eden ve bu çelişkilere karşı mücadele eden bireylerin ortak eylemiyle ancak gerçek özgürlük mümkün olabilir.
Günümüzde “Özgür” Sanat?
Kapitalist sistem yalnızca üretim ve tüketim ilişkilerini değil, aynı zamanda sanat ve kültür alanlarını da metalaştırarak kontrol altına alır. “Kültür endüstrisi” olarak adlandırılan bu süreçte, kültürel ürünler birer meta haline gelir; sanat, eğlence ve bilim alanları endüstriyel bir yapıya bürünür. Bu da kültürel üretimin niteliğini köklü biçimde değiştirir. Medya ürünleri tek tipleştirilir, tüketilebilir hale getirilir ve ideolojik birer propaganda aracı olarak işlev görür.
Bugün müzik, sinema, moda gibi alanlarda bireyin kendini “farklı” hissetmesini sağlayan pek çok şey aslında küresel sermaye tarafından planlanmış ve pazarlanmıştır. Büyük şirketler, gençliğin ilgi alanlarını analiz ederek, “marjinal” gibi sunulan ama aslında kitlesel tüketime uygun içerikler üretir. Örneğin bir şirket, alternatif müzik olarak pazarladığı bir türü geniş kitlelere reklam ve iş birlikleriyle ulaştırır. Bu müziği dinleyen birey ise kendini “farklı” hisseder. Oysa bu “farklılık”, kâr odaklı stratejilerle yaratılmış yapay bir özgürlük sunar. Dinlediğimiz müzikten giydiğimiz kıyafete kadar her şey, sermayenin yön verdiği tercihler haline gelir. Antonio Gramsci’nin geliştirdiği kültürel hegemonya kavramı da bu bağlamda önem kazanır. Egemen sınıf, kültürü ve sanatı araçsallaştırarak, kendi ideolojisini toplumun genel kabulü haline getirir. Böylece birey, kendi tercihlerinin ve beğenilerinin aslında sistem tarafından belirlendiğini fark etmez, bunu özgür tercihi olarak görür ve kendini muhafazakâr bir biçimde inandırır.
Sanatçılar da bu metalaşma sürecinden doğrudan etkilenir. Ürettikleri eserlerle yabancılaşır; sanat bir ifade biçiminden çıkıp tüketime sunulan bir nesneye dönüşür, edilgen bir pozisyon alır. Üstelik bu süreçte sanatçının çalışma koşulları, emeği üzerindeki denetim ve şirketlerle yaptığı sözleşmeler gibi sömürü biçimleri çoğunlukla görünmez kılınır.
Günümüzde, devlet sansürü olmadığı sürece bir sanat ürününün “özgür” olduğu düşünülür. Ancak asıl müdahale doğrudan piyasadan gelmektedir. Şirket sözleşmeleri, hedef kitleye göre üretim zorunluluğu, algoritmalar ve reklam stratejileri gibi araçlarla sanatın içeriği ve biçimi şekillendirilir. Dahası, emperyalist ülkelerin kültürel hegemonya kurma çabaları, sanat aracılığıyla başka toplumları şekillendirme girişimlerine dönüşmektedir.
Örgütlü Yaşamlarda Özgürlük
Neoliberalleşen dünyada, özgürce yapıldığı sanılan pek çok tercih aslında sadece bir “tercih illüzyonundan” ibarettir. Kendi irademizle aldığımızı sandığımız kararlar, çoğu zaman sistemin önümüze koyduğu sınırlı seçenekler arasından yapılmaktadır. Bu sistem, özgürleştirmek bir yana, her geçen gün bizi daha fazla denetim altına almakta ve kısıtlamaktadır. Eğer bu sistemin bizim özgürlüğümüzü kısıtladığını düşünüyorsak, gerçek bir özgürleşme için sistem dışı bir yaşamı rota edinmeliyiz. Sistemin dayattığı her şeyi -hem düşünsel düzeyde hem de pratikte- reddetmeli, öncelikle kendimizi özgürleştirmeliyiz. Ancak yalnızca bireysel özgürleşmeyle yetinmek, liberal anlamda bir özgürlük anlayışıdır ve tek başına yeterli değildir. Kendi özgürleşme deneyimlerimizi topluma da taşımalı, özgürlüğü ortak bir mücadeleye dönüştürmeliyiz. Toplumu da aynı özveriyle dönüştürmek, özgürlük yolundaki mücadelemizin bir parçası olmalıdır. Ne var ki, bugün sol içinde de sıkça karşılaştığımız bir sorun, örgütlü bireylerin mücadele içinde bireysel özgürlüklerini toplumsal sorumluluklarının önüne koymalarıdır. Örgütlü yaşam, bireyleri belli ölçüde özgürleştirse de, bu özgürleşme zamanla neoliberal bir biçim kazanmakta; bireyler ortak yaşamı, sorumlu oldukları hayatı, toplumu unutmakta, kendi bireysel özgürlüklerini merkeze almaktadır.
Sonuç Yerine
Bugün tartışmamız gereken tam da budur. Gerçek özgürleşme yolunda yalnızca kendimizi değil, toplumu da dönüştürme sorumluluğumuz vardır. Sanattan ekonomik ilişkilere, üniversitelerden aile yapılarımıza kadar hayatın her alanına sirayet etmiş neoliberalizme karşı özgürlük mücadelesinde yalnızca fikir düzeyinde değil yaşam pratiklerimizle ve örgütlü yaşamlarımız içinde de mücadele etmeli, toplumu özgürleştirme yolunda bir adım daha atmalıyız. Biz toplumsal özgürlüğü başkalarına zarar vererek var etmeliyiz. Başkalarının konforlu, tüketici, yozlaşmış hayatlarına ve bu hayatın yaratıcı unsuru kapitalist sisteme zarar vererek…