Faşizm ve yeni sömürgecilik ilişkileri

N.Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük adlı yapıtında Alman sosyoloğu Max Horkheimer’ın “Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir” sözüne karşılık şöyle der, “Bu tamamen yanlıştır. Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin, faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir.” Faşizm olgusunu tam olarak anlayabilmek için, faşizm emperyalizm ilişkisini daha net bir şekilde ortaya çıkarmak gerekir. Kapitalizmin, üst aşaması olan emperyalizmin bir olgusu olan faşizmin en belirgin özelliği ise; mali sermayenin (finans kapitalin) en emperyalist unsurlarının açık, terörcü bir diktatörlüğü olmasıdır.

Dünyada ilk defa 2. Paylaşım savaşı sırasında emperyalist ülkeler olan İtalya ve Almanya’da kendini gösteren faşizm ile emperyalistleşen dünya sistemine alt basamaklardan dâhil edilen, sömürge ülkelerdeki faşizmi hedefleri, biçimleri açısından birbirinden ayırmak gerekir.

Almanya ve İtalya örneğindeki klasik faşizm ile bugünkü yeni faşizm arasındaki farkı açacak olursak; 1. Paylaşım savaşı sonrasında dünyanın toprak paylaşımının emperyalist ülkelerce tamamlandığı ve bu paylaşımdan yararlanamadan kendini emperyalist bir ülke olarak yeniden var eden Alman faşizmini besleyen ana kaynak; emperyalist paylaşım savaşı sonunda toprak paylaşımından bir pay alamamış ve sermaye birikimini tamamlamış olan, tekelci Alman burjuvazisinin sömürge talebidir.

Bugün emperyalizme bağımlı ülkelerde görülen sömürge tipi faşizmine gelirsek; emperyalizmin sömürgecilik ilişkileri sonucu, sömürge toplumun kapitalist gelişim süreci çarpıtılmıştır. Böylelikle yalnızca yerel egemen sınıfların değil, emperyalizmin egemenlik koşullarını da yansıtan özgül siyasal yapılar ortaya çıkartan faşizm, sömürge ülke ile emperyalist ülkeler arasında oluşan sömürgecilik ilişkilerinin bir ürünü olarak karşımıza çıkar. Sömürgecilik ilişkileri her ülkede emperyalist merkezdeki sermayenin gereksinimlerine göre kurulmuş ve söz konusu olan ülkede emperyalist sömürü ilişkilerinin gelişimine aracı olmak açısından en uygun konumdaki egemen sınıfları tercih etmiştir. Yeni sömürge ülkelerde yukarıdan aşağıya doğru kurumsallaştırılan ve sömürge tipi faşizm adını verdiğimiz bu uygulama, emperyalizmin dünya çapında politik bir sistem olarak örgütlenişinin yarattığı uluslararası ilişkilerden çok; sömürgecilik, yeni sömürge kapitalizmi ve bu ikisi arasındaki tarihsel bağın sonucudur.

Sömürge tipi faşizm; yukarıdan aşağıya kurumsallaştırılan ve bu kurumsallaşmanın da devlet aygıtı ile gerçekleştirildiği bir mekanizmadır. Yani devlet sömürge tipi faşizmde sadece egemen sınıfın (oligarşinin) diğer sınıflar üzerinde zor kullanma tekeline dayanan şiddet ve diktatörlük aygıtı değil; emperyalist sömürü ve oligarşinin emperyalizmle bütünleşme doğrultusundaki programlarını işletebilme olanağını yaratan ve bunu bünyesindeki tüm kurumlarla içselleştiren daha doğrusu faşizmin kurumsallaşmasını doğrudan gerçekleşleştiren bir işleve de sahiptir. Devletin faşistleşme süreci ülke kapitalizminin emperyalizmle bütünleşme sürecindeki çabalarından bağımsız düşünülemez. Çünkü var olan kapitalist sistemin emperyalizm ile bağımlılığı ve çarpık gelişimi, sadece sömürge ülkesindeki ekonomiye değil buna bağlı olarak politik ve hukuksal alanlara müdahaleyi de gerektirir.

1940’ların ikinci yarısından itibaren tarih sahnesine çıkan sömürge tipi faşizmin, sömürge ülkelerdeki işbirlikçileri, tekelci burjuvazi ve silahlı kuvvetler olmuştur. Emperyalist metropollerin uluslararası düzeydeki ekonomik programlarının sömürge ülkelerdeki uygulayıcısı, yapısal ve iktisadi düzenlemelerin sömürgeci ülkelerin çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde hayata geçirilmesini sağlamaya çalışan silahlı kuvvetlerin, emperyalistlerle tanışıklığı 1950’li yıllara rastlar. 1950’li yıllarda yapılan “Marshall Yardım”larıyla, sömürge ülkelerin silahlı kuvvetleri emperyalistlerle doğrudan bir ilişki içerisine giriyordu.

Yeni faşizmin en belirleyici özelliği ise özellikle sömürge ülkelerinde faşizmin, halka demokrasi uğruna varmış gibi gösterilmesidir. Ülke oligarşisi ile emperyalizmin bütünleşmesi sonucu; sömürgenin hukuksal politik yapısı, askeri darbeler ve kontrgerilla mekanizmalarına açık hale gelmesine rağmen, faşizm parlamentoyu ve öteki demokratik kurumları muhafaza ederek açık kanlı diktatörlüğünü sürdürme olanağı bulmuştur. Gizli faşizm döneminde egemenlerin kontrolünde işletilen temsili demokratik kurumlar (parlamento, sendikalar vb.), sermayenin açık kanlı diktatörlüğü döneminde tamamen rafa kaldırılır.

Bağımlı ya da yarı bağımlı ülkelerde bu iki yol zincirleme olarak kullanılır. Savaş ve kriz ortamlarında faşizmin meşrulaşması ya da taraftar bulması genellikle dinsel gericilik veya daha çok ırkçılık-milliyetçilik akımlarının öne çıkartılmasıyla sağlanır. Gerçekte milliyetçilik burjuva sınıfının ulusal pazar birliğinin özsel ideolojisidir. Burjuva milliyetçiliğinin ırkçılıkla bütünleşmesi emperyalizmin egemen sömürü sisteminin her hangi bir tehditle (ki bu tehdit her zaman ezilen ve sömürülen halktan gelir) karşı karşıya kaldığı kriz anlarında kendini gösterir. Irkçılığın biçimi eşitsizlik ilişkisine maruz kalan insan topluluğunun sahip olduğu farklılıkların (renk, dil, din, kültür) özel bir amaçla belirginleştirilmesine ve vurgulanmasına dayanır. Örneğin, Güney Afrika ırkçı rejimi, siyah halka karşı uyguladığı Apartheid sistemiyle (yaşam alanlarının ayrışması), hem siyahları ikinci sınıf vatandaş stütüsüne getirir hem de (en önemlisi) siyah halkın ucuz iş gücü olarak denetlenmesini güvence altına alır.

*****

Ülkemizdeki faşizmin ortaya çıkış koşulları elbette kapitalizmin gelişim sürecinden bağımsız değildir.1890’lı yılların başında yarı sömürge konumunda olan Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalizmin önünü açmaya yönelik yukarıdan aşağıya gelişen bir burjuva demokratik devrim süreci başlatılmış, ancak bu süreç tamamlanamamıştır. Kurtuluş savaşı sırasında ve tek parti döneminde daha kapsamlı olarak gündeme giren yukarıdan aşağıya burjuva demokratik devrimi, dönem emperyalist ilişkilerinin dışına çıkamamış, bunun sonucunda da sermaye birikimi sağlanamamış ve ulusal sorun çözülmemiştir.1945’ler sonrasında emperyalizmle girişilen yeni ilişkiler, süreç içerisinde ülkeyi yeni bir sömürge ülkesi durumuna getirmiştir. 1940’lı yıllara kadar devlet kapitalizmi kendi eliyle örgütlerken 1945 yılında dünya emperyalizminin jandarması ABD ile imzalanan ilk antlaşma ile emperyalizmle olan ilk ciddi bağ kurulur ve bundan sonra kapitalist gelişim bağımlı ve çarpık gelişimi hız kazınır. 1945 ve sonrasında yeni sömürgecilik ilişkilerinin ürünü olarak hızla gelişen dışa bağımlı ve yukarıdan aşağıya kapitalistleşme, tekelci sermayenin de hızla palazlanmasını beraberinde getirdi. 27 Mayıs 1960 darbe ortamını hazırlayan bu gelişmeler ve ekonomik kriz, bir yandan Kemalistlerle sömürücü egemen sınıflar arasındaki nispi dengeyi değişik bir düzeyde yeniden oluştururken, diğer taraftan da tekelci sermayenin egemen ittifakın önderliğini kısa sürede ele geçirmesiyle sonuçlandı.

Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Türkiye’de burjuva demokratik kurumların özellikle parlamento, genel oy hakkı, sendika ve grev gibi haklarının var olmasından, bir baskı rejimi olsa bile, bunun faşizm olmadığı gibi yanlış sonuçlar çıkarılmamalıdır. Çünkü sömürge tipi faşizmde var olan demokratik haklar temsilidir ve egemenlerin kontrolünde işletilir. Bu özelliğinden dolayı sömürge tipi faşizmi klasik faşizm kategorileriyle açıklamaya kalkıştığımızda yanlış sonuçlar çıkarmamız kaçınılmaz olur.

Türkiye’de başından beri güçlü ve sürekli bir devrimci hareketin yaratılamamış olması devletin yukarıdan aşağıya faşistleştirilmesi daha hızlı olgunlaştırılmasını sağlamıştır. 1960’lı ve 70’li yıllara gelindiğinde tüm dünyada olduğu gibi bizde de sol düşüncenin kitlelerle buluştuğu, toplumsal muhalefet ve öğrenci gençliğin emperyalizme karşı mücadelesini yükselttiği dönemdi. 60’lı yıllar (özellikle ikinci yarısı) güçlü sınıf çatışmalarına tanık oldu. 70 yıllara gelindiğinde egemen ittifak içi çıkar çatışmalarında had safhaya varılmasıyla bir temsil bunalımı meydana geldi. Oligarşi bir bütün olarak dönemin AP’si içinde temsil edilebilirken, prekapitalist unsurların önemli bir bölümünün Adalet Partisi’nden koparak farklı partilere yönelmesinde ifadesini bulan bir temsil bunalımına ve istikrarsızlığa sürüklendi. Zaten tekelci sermaye, henüz derinleşen krizler karşısında kendi alternatif programlarını yeterince olgunlaştırabilmiş ve bunları hayata geçirmeye hazır bir hale getirebilmiş değildi. İşte böyle bir ortamda gerçekleşen 12 Mart açık faşist darbesi reformist görünümlü bir programla ortaya çıktı. 1961 anayasasında sınırlı bir daraltma gerçekleştirebilen 12 Mart’ın politik düzeydeki en ciddi icraatları tüm devrimci muhalefeti yenilgiye uğratması ve Kemalizmi devlet aygıtından özellikle ordudan tasfiye edip, politik arenadan silmesi olmuştur. Böylece faşist kurumsallaşmanın devlette ve toplumda çok daha üst boyutlarda daha kapsamlı olarak geliştirilebilmesinin önünü açmıştır.

Sömürge tipi ülkelerdeki sistemin kendisini var edebilme koşulu olan darbeler, bu tip ülkelerdeki yapısal ve ekonomik krizlerin derinliğinin bir sonucudur. Egemenlerin politik-sosyal-ekonomik programlarını hayata geçirebilmelerinin yolu, devletin darbe yoluyla sıçramalı olarak örgütlenmesidir. Egemen sınıfların temsil krizinin derinleştiği her durumda, bozulan dengeyi emperyalizmle bütünleşme lehine yeniden kuran ordu, bu sistemin uygulayıcısı olan devletlerin, bağımlı ve yarı bağımlı ülkelerde gelişen demokratikleşme-bağımsızlık hareketlerini engellemek, geriletmek için geliştirdiği özel savaş yöntemlerinin de uygulayıcısıdır. Gizli faşizm döneminde ordu, bu özel savaş tekniklerini uygulayarak hem toplumsal muhalefet üzerinde baskı kurulmasını hem de açık faşizm döneminin toplumsal meşruluğunu sağlar. Ülkemizde bu özel savaş tekniklerinin tüm demokrasi cephesini kucaklayan devrimci hareketleri yavaşlatma, geriletme ve durdurmada kullanıldığını söylemek pek yanlış olmaz. Türkiye’de bu iş için kullanılan MHP ve sivil faşist hareketin, sömürge tipi faşizmin kuralına uygun olarak hareket ettikleri dönem asıl olarak 70’li yılların ikinci yarısıdır. O yıllarda devrimcilerin faşizme karşı verdiği mücadele dönem faşizminin sokak kuvveti olan MHP’ye karşı halkla birlikte anti-faşist direniş birliği ekseninde gelişmiştir. Çünkü emperyalistler, MHP ve sivil faşist hareketi ülkede gelişen antifaşist harekete karşı mücadelede işlevlendirmişlerdi ve böyle bir ortamda emperyalizme karşı mücadele, doğrudan sivil faşist teröre karşı aktif direniş çizgisinde gerçekleştirilebilirdi. Sağın birliğini sağlama ve devleti faşistleştirme aracı olarak kullanılan MHP, bu dönemde yaptığı provokasyonlar ve yarattığı sivil faşist terörle darbe ortamının hazırlayıcısı olmuştur. 1980 darbesi böyle bir ortamda gerçekleşir ve darbe sonrasında hazırlanan ‘82 Anayasa’sı hemen halkın oyuna sunulur. Anayasa %90’ları aşan bir çoğunlukla kabul edilir. Yapılan şey aslında şudur; 80 döneminin faşist ve militarist yönetimi halka kabul ettirdiği anayasa ile kitle desteğini sağlamış, iktidarını meşrulaştırmıştır. Bu aynı zamanda Türkiye faşizminde yeni bir dönemin başlangıcı olur. 80-83 arasındaki açık faşist dönemde uğranılan yenilgi oligarşiye tarihinin en kapsamlı ve sistematik politik programını uygulama olanağını vermiştir. 82 Anayasası’nı arkasına alan devlet artık klasik darbe modeline ihtiyaç duymayacak, yarattığı sürekli kriz ortamlarında alacağı tüm kararlarla postalsız darbe yapacaktır. Sömürge tipi faşizmde, sömürge ülkenin politik hukuksal düzenlemeleri, egemen sınıfların emperyalizmle bütünleşme sürecine uygun olarak tamamlanır. Bu yapılanma içinden çıkılamaz bir temsil krizine dönüşmediği sürece silahlı kuvvetler klasik darbe yöntemine başvurmazlar. 5 Nisan paketi, 24 Ocak ve 28 Şubat kararları, Öcalan’ın yakalanması gibi özellikle MGK ve IMF heyetlerinin güdümünde alınmış kararların hepsinin ortak özelliği, Türkiye’deki yeni faşizmin ihtiyacını karşılamaya yönelik alınmış gizli darbe kararları olmuştur.

Bugün ülkemiz faşizminin yeni işlevi oligarşinin tüm halka karşı açık bir savaş yürütme gereksinimidir. Bu gereksinim iki güncel etkenle ortaya çıkıyor. İlki emperyalizmle yeniden bütünleşme ve Kürtlere karşı yürütülen kirli savaştır. Oligarşi, emperyalizmle yeniden bütünleşme programının önünü tıkayan engelleri halka karşı topyekün savaş stratejisi ile aşmaya çalışıyor. Yürütülen savaş rejimi stratejilerinin emekçi ve ezilen halklara karşı saldırı biçimi bir yandan IMF’nin dayattığı özelleştirme programları olurken diğer yandan da Kürtlere yönelik kirli savaş politikalarıdır. 1990’lı yıllardan itibaren faşizmin sokak gücü olarak işlevlendirilen MHP’nin önünün devlet tarafından açılması ve bugün MHP’nin, devlet faşizmine dâhil edilmeye çalışılması faşizmin kurumsallaşmasının devletle birlikte MHP’nin de emperyalizmle bütünleşme programının işleticisi olacağını göstermektedir. Bugün faşizmle mücadele ekseni sadece salt ırkçılığa ve kafatasçılığa karşı değil aynı zamanda piyasacı, özelleştirmeci saldırıları da içine alacak eksende olmalıdır. Irkçı ve milliyetçi faşizm emperyalizmin işini görmek için vardır. Ülkemizde devlet eliyle yukardan aşağı kurumsallaştırılan faşizm ve onun politikası olan savaş rejimine karşı mücadele, elbette tüm sömürge ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bir devrim mücadelesidir.