Faşizm ve dünya programları

İnsanlık, 20. yy’e girerken, daha önceden kökleri atılmış, yeni ve yıkıcı bir ideolojiyle tanıştığında hazırlıklı değildi. 1919’da İtalya’da bir yöntem olarak ortaya çıkan faşizm*, tüm hızıyla yükselerek bir bir ülkelerin iktidarlarını almaya başladı.

1920’lerde başlayan aşırı üretim nedeniyle baş gösteren dünya bunalımı, tüm dünya ekonomisini ve siyasi yapılarını altüst etti. Tarım ve sanayi alanındaki uçurumun gittikçe artması, talebin çok üstünde arzın olması, üretilen malların fiyatını düşürdü. Yeni yatırım olanakları olmadığı gibi, eski yatırımlar da etkisizleşmeye başladı. İşşizlik arttı, grevler yaygınlaştı, bütçe açıklarının boyutları arttı. Bütün ülkelerde sağ ve sol muhalefet yükseldi, liberalizm kökünden sarsıldı. Demokratik kurumların zayıf olduğu ülkelerde -Avrupa ülkelerinin çoğu böyleydi- sonuç, sağın şu ya da bu biçimdeki diktatoryası oldu. 1919 Mart’ında İtalya’da örgütlenen Ulusal Faşist Parti, yine 1919’da kurulan Alman İşçileri Partisi’nin yerine geçen Nasyonal Sosyalist Alman İşçileri Partisi (NSDAP) gibi faşizm görüntülerinden sonra 1933 Ocak’ında Hitler, Almanya’da şanşölye ilan edildi. (Naziler, Mayıs 1928’deki seçimlerde 800.000 oy alırken Kasım 1932’de 11 milyon 700 bin oy aldı.) 1936’da Franco, İspanya’da iç savaşı başlattı, generaller ayaklandı, Avusturya’da 1933 Mart’ında Dolfuss diktatarlüğü kuruldu, Belçika İngiltere ve Portekiz’de Ulusal Birlik hükümetleri kuruldu. Böylece ‘finans kapitalin en gerici, en şöven, en emperyalist ögeleri’** tarihte yerlerini almaya başladılar.

1900’lerin başında, bu gelişmeler doğrultusunda oluşturulan faşist programlarda ulus, bütün ortaklıkların en üstünüydü, bireyler, gruplar ve sınıflarla karşılaştırılamaz ve en iyi anlatımıyla (falanjistlere göre) evrensel yazgı birliğiydi. Kanın sürekliliğinin ve saflığının korunması (nazizm programına göre) en önemli ulusal görev durumuna getirildi. Bu ilkel duygular etrafında birleşmenin sonucu ise ulusal yayılma, emperyalizm ve sömürgecilikle girilen direkt ilişki anlamına gelmekteydi. Örneğin Nazizm, başarısını, 1929 ekonomik bunalımından sonra önüne geçilemeyen küçük burjuvazi ve sanayi bakımından refaha erişmek isteyen büyük burjuvaziye borçluydu. 1. Dünya Savaşı sırasında emperyalistlerin iç organizasyonu sağlama isteği, Almanya’nın tekelci burjuvazinin yayılmacılık siyasetiyle gireceği ilişkiyi işaret ediyordu. Sonuçta, maden ve çelik tröstslerince sağlanan iç destek, Nazilerin başarısını getirecekti. Ve bu ideoloji, örgütsüz alt sınıfların, yoksulların öfkesini Yahudi orta sınıflara yönelik bir mülksüzleştirme operasyonu içinde kendi kitle desteğini bulmuştur.(Bu yönelim, İtalya için Akdeniz’de “Latin Uygarlığının Kalesi” olma zorunluluğu, İspanya içinse imparatorluk istemlerini haklı çıkartıyordu.)

Faşist programlarda ulus, büyük kültürel geleneği temsil eden dinlerin etkisi kısmen yitirildikten sonra varolan boşluğu dolduracak mistik niteliklerle ifade edilmeye başlanmıştı. Devlet ise “ulusun hukuksal bürünümü” olarak ifade edilmekteydi. Ulusal devlet, ırkçılığın milli politika haline gelmesini öngörmekteydi. Ulusalcılıktaki ırkçı tema öyle ayrıntılarla şekillendiriliyordu ki Nazi ideologları, doğa bilimlerini ırkların eşitsizliğini kanıtlayacak özelliklerle donatmışlardı. Hitler’e göre ırkın çıkarlarıyla bireyin çıkarları bir ve aynı şeydi. Toplumsal problemler ırksal baskıdan doğuyordu, öyleyse sorunu ırkların kurtuluş mücadelesi çözecekti. Programlarda toplumsal eşitsizlik övülüyor, onun doğal bir yasa olduğu söyleniyordu. (Nazizmin Yahudi düşmanlığından sonra İtalyan faşizmi, ideolojik düzeyde 1938’den başlayarak bu düşmanlığı benimsemeye başlamıştı.)

İtalyan faşistleri, İspanyol falanjistleri ve Alman nazistleri, faşizmin özü gereği tek bir ana noktada birleşiyordu: İlkesel bir antimarxsizm. Hatta kuruculara göre bu ideoloji, marxizm karşısında doğan boşluğu doldurabilecek niteliklere göre tasarlanmıştı. Hitler, sosyalizmin kazandırdığı terimleri sık sık kullanıp gerçek sosyalizmden dem vurarak bu dili yüzeyselleştirmeyi amaçlıyordu. Mussolini, iktidarı almadan önce, 21 Haziran 1921 günü Milletvekilleri Meclisi’nde ‘Sosyalleşme, devletleştirme, kolektifleştirme girişimlerine bütün gücümüzle karşı çıkacağız. Bıktık usandık devlet sosyalizminden’ diyordu.*** Bununla beraber evrensellik kavramına da karşı çıkılıyordu. Hitler; ‘Mussolini’yi bu dünyanın büyük adamları arasına koyacak olan şey, onun İtalya’yı marksizmle paylaşmama, tersine onun yıkmak istediği yurdu, enternasyonalizmden koruma yolundaki kararlılığıdır.**** diyordu. Enternasyonalizm, bireyin kendi toprağı ile kurduğu-kurabileceği bağı zedeliyor, bir topluluğa ait olma duygusunu yok ediyor ve dolayısıyla ulusalcılığın tezini çökertiyordu. Faşizm, bu ilkeler doğrultusunda sınıflar savaşımının ulusal dayanışmayla aşılmasını öngörüyordu.

Örgütlenme ilkeleri

Bütün faşist hareketler kendilerini kitle hareketi olarak görmekle birlikte otokratik bir merkeziyetçilik, kendini en net şekilde belli ediyordu. Partide yaptırım temel unsurdu ve partiye bağlı paramiliter örgütlenmeler ve saldırı timleri aynı zamanda bağımsız kitle örgütlerinden de destek alıyordu. Parti içinde ilk başlarda varolan ‘şeflerin altlarını seçmesi’ gibi ilkeler dahi gittikçe etkisizleşmeye, tümüyle “ulusal şef”e endekslenmeye başlanmıştı. Ulusal şef ise sadece tanrıya karşı sorumluydu. Genelde il yöneticilerini denetleyen özel birlikler kuruluyordu. Falanj’ın ( İspanya faşist partisi) Yönetim yetkisine sahip olmayan komisyonların yanısıra NSDAP’de ulusal devletin kurulması aşamasında yöntemlerini geliştirecek saldırı seksiyonu (PO1) ve kurma seksiyonu (PO2) diye ayrılan timler görev almaktaydılar. Aynı zamanda dört tip kitle örgütlenmesi geliştirilmişti: Kadınlar örgütü, gençlek örgütü, marksist sendikaların yerini alacak sendikalar ve meslek örgütleri…

Hitler’in (ve faşist programların) “terörü terörle önleme tezi”, karşılığını SA ve SS’lerde buluyor, aynı şekilde Falanj’da örgütlenen milisler, İtalyan faschilerin “Squadre D’azioneler”i paramiliter örgütlenmeleri oluşturuyordu. Hitler’e göre parti milislerinin gizli örgütlenmeleri hareketin meşruluğunu tehlikeye sokabilirdi. Bu yüzden başarıya ulaşmak için hiç bir ahlaki ilke tanımayacak birlikler, yasal koruma getirilmeliydi.

23 Mart 1919 günü İtalya’da yapılan ‘faşizmin kurumsal doğum eylemi’nden bir ay sonra silahlı ve üniformalı milisler, grev yapan işçilere saldırmışlardı. PNF’nin (Ulusal Faşist Parti) 1921 tüzüğünün yayınlanmasından bir sene sonra faşist squadre’ler ordulaşmaya başladılar. 1922’de kullanılmaya başlanan faşist milis kavramıyla beraber şeflerin atanması, kendi resmi gazetelerini yayımlamaya başlamaları, özel nişan ve yönetim merkezlerine bağlı olarak militer bir bütünlüğe kavuştu.

Örgütlenme modellerinin hemen hepsinde propaganda ve ayinsel öz, birinci sırayı oluşturuyordu. Düşmanı yenilgiye uğratacak her türlü yöntem mübahtı. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte görüntü ve ses yöntemleri hızla kullanılmaya başlandı. Faşist milisler, propaganda ve sindirme amaçlı birçok insanı katlettiler. İnandırma, özellikle zor kullanımı ile mümkün kılınmaktaydı. (Nazilerin kurduğu siyasi muhaliflerin, kriminal suçluların, homoseksüellerin atıldığı toplama kampları Yahudi soykırımı ile beraber bu yöntemlerin doğrulandığını gösteriyordu.)

1920’lerden itibaren büyük toprak sahipleri tarafından finanse edilen facshilerin yanı sıra gitgide kapitalistlerden para yardımları alınmaya başlanmıştı.

Devlet Örgütü

Faşist programlara göre devlet bir amaç değil araçtı: Ulusal birliğini yaratmak amacıyla kullanılacak bir araç… Korporatif devlet örgütlenmesi fikri ağır basıyordu. (Mesleki, ticari tüm örgütlerin atanmış kişilerce yürütüldüğü, parlamenter sistemin reddi üzerinden korporasyon temsilcilikleri öngören, kapalı örgütlülükler tarafından yönetilen sınıflar olduğu iddia edilen organizasyon…)

Mussolini’ye göre bireyselcilik karşıtı olan faşist görüş, bireyin bilinci, devletle bağdaştığı sürece insanlardan yana olabilirdi.( Bu yönüyle klasik liberalizme de karşı çıkan faşizm, bireyin gerçekliği olarak devleti öne sürer ve bu anlamıyla totaliterdir, halkın tüm yaşamını geliştirip egemenliği altına alır.)

Mussolini, devlet fikrini Hitler’den daha ön plana çıkarma eğilimindeydi. Nazi ideologları devletle ulusun özdeşliğini savunurken Mussolini, devletin, ulus tarafından yaratılacağı bir dünyadan bahsediyordu. Fakat bu fark, pratik olarak hep aynı sonuçlara yol açtığı için gerçeklik kazanmıyordu. Devletin araç olarak görülmesi, İspanya’da, İtalya ve Almanya örneklerinden uzaklaşıldığı 1942 yılından başlayarak ön plana çıkmıştır.

Devlet formları ne olursa olsun, Marksizme bir zemin hazırladığı düşünüldüğü için liberalizm ortak düşmanların başta geleni olarak ilan edilmişti. Buna göre zaten bilinen ve tek olan gerçeklik çoğunluk tarafından verilen bir sonuç olarak öne sürülemezdi. Tek gerçeklik olan “ulus”un zaman zaman oy pusulalarıyla tartışma konusu yapılması ve özerkliği ön plana çıkaran parlamenter rejim, yanlış bir özgürlük anlayışına dayanıyordu ve ancak bireye önem vererek ulusal devleti parçalamaya yarıyordu.

Faşist programların tümünde totaliter özellikte olan devletin biçiminin krallık, imparatorluk veya cumhuriyet olması ise hayati bir önem taşımıyordu. Bütün devlet özelliklerini bir arada tutmak için programlar bir otorite çözümlemesi ve toplumsal örgütlenme formu sunmak zorundalardı. “Maddeyi tanrılaştırdığı ve insanı sadece üretim aracı olarak gördüğü” söylenen Marksizme ve bireyi kendi haline bırakıp ulusal bilinci yok ettiği savunulan liberalizme karşın öğretinin üç temel noktası sunuluyordu:

1- Bireyin topluluk (ulus) içinde yer edinmesini öneren madde, insanın yazgısının ulusun yazgızıyla çakıştığı durumda geçerli olabiliyordu. Bu, aynı zamanda sonsuz sayıda olduğu iddia edilen sınıflar yerine geçirilen iki ayrı sınıfın çatışmasını da engelleyebilecek bir savdı.

2- İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kabul edilerek davranılması gerekliydi. Böylece ulusun, yönetim kademesinde bulunan bireyler, yetenekli olmak zorundaydılar, yeteneksiz kalabalıkların şansı zorlanmayacaktı.

3- Tüm ulusallık vurgusuna rağmen bireyler arasında sonsuz bir savaşım vardı. Doğal yasa olduğu söylenen bu ilke aynı zamanda tüm dayanışma duygusunu yok ediyordu.

Belirtilen ilkelerle beraber, toplumsal yasa olarak alınan eşitsizliklerin, “ulus” kavramındaki birlik ilkesini bir kenara attığı görülmüyordu. İnsanlar, “kaderlerince” yaşayıp gideceklerdi ve dolayısıyla ‘toplumsal kurtuluş’un fikri bile saçmaydı. Bu toplumsal örgütlenme kurallarına bağlı olarak otorite, milletin içinden ayıklanarak yönetim erkine sahip olabiliyordu, yukardan aşağıya işletilen iktidar mekanizmaları ve doğal ayıklama yasaları temelinde her kademede bulunan insanın bir altına ve topluluğa verecek hesabı olamazdı, bir üstüne ise her şeyiyle bağlıydı. Tüm temsil mekanizmalarının reddedilmesinin gerekçesi ise otoritenin denetlenmesi gibi bir tehlikenin ortadan kaldırılmasıydı. Otoritenin başı ise tüm gizemli yönlerinin yanı sıra zekâyı temsil etmekteydi, o ulusun simgeleşmiş haliydi.

Ekonomi politika

Faşist programlarda ekonomik örgütlenme konusunda yeterli netlik sağlanamamasına rağmen, toplumsal mülkiyet haklarını reddi üzerinden bir hat vardı. Ekonomik altyapının, ancak ulusal görevi yerine getirmek için örgütlenmesi ilkesi, devletin maddiyattan arınmış, manevi ruhuna yüklenen anlamlarla ilgili bir açılımdı. Nazizim, emeğin (özellikle kol emeğinin) saygınlığının geri verilmesi için çalıştığını iddia ediyor, bireyi çalıştığı alana göre değil, ürettiği malın değerine göre değerlendiriyordu. Bu, çalışanlar arasında, ücret koşullarından bağımsız olmak üzere yüzeysel bir eşitliği yanında getiriyordu. Nasyonal sendikalizm, emekçiliğin kol işçiliğiyle sınırlandırılamayacağı ve üretimde bulunan herkesin emekçi olduğunu iddia ediyordu. İspanyol ve İtalyan faşistleri de emeğin sermaye tehlikesinden korunması gerektiğinden bahsediyorlardı. Fakat tüm bunları kazanmak için işçilerin girişecekleri örgütler baştan reddedilmişti. Hitler, nasyonal sendikalizmin sadece bir mesleki kurumunu ifade ettiğinden söz ediyordu. Grev ancak üretimin azaltılması demekti, bu konuda kesin yasaklar konulmuştu. İşçilerle işveren arasında sorun olduğu durumda, bunu çözme işi devlete bırakılmıştı. (Tüm bunlar korporatif devlet özellikleriydi.) Özel mülkiyetin, toplumsal örgütlenmelerin temeli sayıldığı programlarda, patronlar, üretici sayılmaktaydılar. Falanjistler, klasik ulusalcılığa yakın değerler benimsemekle beraber, işçi-patron bütün İspanyolların “dev bir üreticiler sendikası” olarak İspanya’nın çıkarları adına üretim yapılmasını öngörüyordu. Hitler’e göre işçiler “kötü kalpli” patronlar tarafından sömürülmekteydiler, fakat bunun faturası kapitalizme çıkarılmamalıydı. Diğerlerine göre de kapitalizmin törpülenmesi gereken tarafları vardı ama bu asla anti-kapitalizm olarak nitelenmeyecek, küçük reform istekleri olarak baş göstermişti. Programlar kapitalist sistem içerisindeki ilkel düzenlemelere karşı çıkıyorlardı ki bu karşı çıkışlar zaten emperyalizmin “çağdaş” düzenlemelerinin içerisinde yer almaktaydı. Özel çıkarların üstünde bir üretim mekanizması geliştirilmesi, ulusalcılığa özgü bir istek değildi, daha önce klasik sağ ve muhafazakâr sağ akımların çok iyi bilinen eğilimleri daha ön plana çıkıyordu o kadar…

***

Söz edilen tüm ilkeleriyle terörcü ve emperyalist yayılmacılık esasına göre örgütlenen faşizmin halk etkinliği çıplak bir gerçeklik olmakla beraber bu konuda tüm dünya hükümetlerinin verdiği açık destekler bir kenara bırakılmamalıdır. Sivil faşizm, kitleleri seferber edecek devlet aygıtları, güç unsurları, bilinçaltına bağlı, kollektif bir hava yaratmayı başarmıştır. Fakat faşizmin yarattığı hezeyan durumunun cevabı, “kanda” değil kader aracılığıyla bir arınma fikrinde ve yaratılan milli sembollerle ortaya çıkarılan ve inandırmaktan çok çarpma işlevi gören heyecanda aranmalıdır. Faşizmin, “öldürülmelerine izin verdiği insan sayısının emsalsizliği değil, ne kadar çok sayıda insanı canlarını vermeye ikna edebildiği”, üzerinde durulması ve varolan halk etkinliğinin incelenmesi için yeterli bir veri olmalıdır.

*Faşizm model olarak olağanüstü devlet biçiminin özel bir rejimi olarak kendini varedebildiği gibi, Bonapartizm ya da çeşitli askeri diktatörlük biçimleri olarak şekillenebilmektedir.

**Komintern’in bu çerçevedeki yorumu ise faşizme karşı proleteryanın birleşik cephesi düzeyinden daha anlamlı bulunan halk cephesi düzeyinde yürütülmesi kararıydı. Burjuvazinin bu durumdaki konumu ve ‘sosyal demokrasiye karşı savaş’ ilkesinin analiz edilmesi ve bu siyasal-ideolojik yaklaşım, sosyal faşizm tezinin ortaya çıkmasının sağlamıştır.

***Faşizm İdeoloji ve Uygulamalarıyla/Roger Bourderon, Sayfa 39

****Kavgam /Adolf Hitler, Sayfa 249