Emperyalist Kolektiflik, Devrimci Dayanışma ve Bireycilik

Emperyalistlerin kollarının uzandığı her yerde anti-emperyalist bir mücadele yükselir. Emperyalistlerin de tüm kolektifliği, her dönem anti-emperyalist hareketlere yaptıkları saldırılar olmuştur. Barış istemek; suç, işkence, ölüm demektir her zaman. Emperyalistler için barış, pazarların savaşsız paylaşımıdır; onlar kendi aralarındaki barışı kolektif mülkiyet hırsı olarak düşünmektedirler. Çünkü onlar için gerçek barış talebi, midelerinin küçülmesine yol açabilir ancak.

Bütün bunlara karşı devrimcilerin kolektifliği ise yok denecek kadar azdır. Devrimin çıkarlarını kollayacak bir kolektivizmin, kendini geleceğe giden yolun tek öznesi, peygamberi sanan sıfatlarla gerçekleştirilemeyeceğini biliyoruz. Kişileri her şeyin tepesine koyan kafalarda varolan kolektivizmin ve dayanışmanın karşılığı, yeni köleliklerdir. Yoksa “geleceğin öznesiyiz” demekle bu ilişkinin kurulamayacağı açıktır. Çünkü özne, her şeyiyle güven veren ve herkes tarafından ciddiye alınan bir kriter olmalıdır. Devrimcilikte öz, kolektif gelişimdir. Bu gelişim hem devrimcilerde hem de toplumun zihin yapısında derin izler oluşturacak, geleceğin güvenli, kalıcı ilişkilerini yansıtan bir adım olmalıdır. Fakat günümüzün gerçekliği, beylik kafaların, toplumsal ilişkilerde olduğu gibi, kendi iç ilişkilerinde de mahkum etmektedir. Bireylere bağlı gelecekler artık eskide kaldı, şimdi geleceğin adı kolektif önderliktir.

Devrimciler sadece mal-mülk, para fetişizmine değil, yalnızlaşmaya da kavga açmıştır. Bunların farkında olanlar ise, etkileyebildiği kitleye, silah kullanmaktan daha fazla yapabileceği şeyler olduğunu fark ettirebilir. O zaman silahın mücadeledeki yeri de anlatılmış olur işte…

Bilinir, bir devrimciyi kitle içinde yaşamak kadar hiçbir şey eğitemez. Yoksa sistemin zorbalığı altında alınacak özgürlükler gerçek değildir. Bugüne kadar yaşanan gerçeklikler, bize nasıl bir devrime hazırlanmamız gerektiğini öğretiyor. Böylece geleceğin nasıl elde edileceğini öğrenen bir halk, iktidara geldiğinde, kendisine öğretilenlerle birlikte, hiç bir çabaya gerek duymaksızın daha fazlasını öğrenecek ve öğretecektir.

Bu yüzden devrimciler, halkı, devrimci mücadelenin devrime giden yolun tamamlayıcı bir parçası olarak değil, mücadelenin kendisi olarak görmek gerekir. Devrimciler, halka emirler verip sarayına çekilen, halkı hazır reçetelere göre yönetmeyi başarı sayan dalkavuklar değildir. Fakat tarih, bu tür örneklerle doludur. Dolayısıyla ilk ilke devrimciyi halklaştırmaktır. Nasıl insan, doğanın ayrılmaz bir parçasıysa devrimci de halkın bir parçası olarak gelişip güçlenmeli, gücünü ondan almalıdır.

Neden?

Çünkü bir zamanlar, devrimcilerin gökten zembille inmiş ilahi varlıklar olduğuna ve tüm zorlukların vahiyler sayesinde bir çırpıda çözüleceğine inanılırdı. Bu tapınmanın sayesinde her şeyin çok kolay olduğu sanılırdı. Her toplumun, kendine layık bir tapınma imgesi yarattığı gibi 80’li yılların devrimci tiplemesini, halkın böyle şekillenmesine yardımcı olduğu bir gerçektir. Maalesef devrimcilerin, “bir Türk dünyaya bedeldir” gibi safsatalara uygun “devrimci ağlamaz, gülmez, duygulanmaz, sert görünümlüdür, ölmez” gibi deyimlerle umut dağıttığı olmuştur. O dönemde bu tür inanışların çıkmaması için de hiçbir neden yoktu. Halkın “devrimciler gibi olmak mümkün değil” sözlerine yanıt olarak “evet, devrimcilik zordur siz denileni yapın yeter” olmuştur. (Devrimciliğin kolay olmadığı bir gerçektir. ama daha dün onlardan biriydik, nasıl böyle kolay olmayanı seçmiştik de bu kadar kolay değişmiştik. Onlar için çok ayrı insanlar olmamamız gerekirken nasıl bu kadar ilahlaşmıştık/ilahlaştırılmıştık?)

Bu yaklaşım ne devrimci düşüncenin savunucuları ne de kitleler nezdinle köklü bir sahiplenmeyi getirdi. Yaratılan bu toplumsal tablo daha çok devrimcilerin ihtiyaçlarını karşılamaya yaradı. Durumun vahameti artınca devrimciliği, (devrimci olması gereken) halk için zor, kendimiz içinse kolay bir araç yaparak işin içinden çıktık. Böylece devrim yapmak da daha basitleştirilmiş oldu bizim için.

Ama asıl vahamet, ilahi varlıkların gücünün 12 Eylül’le daha iyi anlaşılmış olmasıydı. Sonra zaman denilen kavram, o günlerin ilahlarını bugün çok net görülen bir konuma getirdi. En basitinden kumar, mafya, tasfiyecilik gibi girilen hatalı ilişki eğilimleri, o zamanların insanları için içine düşülen handikaplar olarak kendisini gösterdi.

Bugün, her şeye “yeniden” diyorsak devrimciler için, bunun “hayatı inceliklerle örmek” olduğu anlamına geldiği bilinmelidir. Düzenli yaşamlarla bu sorun aşılacaktır. Bu kavramın aynı zamanda düzen içinde düzensiz yaşam anlamına geldiği de bilinmelidir. Yoksa kendimizle birlikte emekçileri de kapitalist-zorba üretim anarşisi içinde köleleştirip, insanın insan için canavar olduğu sistemi yıkamayız. Çünkü kapitalizm ve mülk hırsı, hangi kıtada bölünmemiş bir toplum varsa onları bölme çabasında başarılı olur.

Bu çabayı geçersiz kılmak için halkın her yerde kendini özne olması gerekmektedir. Öncünün öncüsü olan halk, lidere baktığı zaman, onda kendini görmek ister. Devrimciler bu toplumdan kendilerini/öncülerini izlemelerini istiyorlarsa toplumun arzu ve düşüncelerini doğru araçlarla dile getirmek, söyledikleri sözlerin arkasında durmak ve yaşamlarında da bunu göstermek zorundadırlar.

(Mart 1993 Devrimci Gençlik)