Türkiye’de milliyetçi-faşist hareketin ideolojik düzeyde netleşmesi, Avrupa’daki faşist rejimlerin yükselişinin de doğrudan etkisiyle 1930’ların ortalarına rastlar. Aslolarak bir Türk milliyetçiliği ideolojisi 19. yüzyıl sonlarından itibaren oluşturulmaya başlanmıştır ama bu çok büyük ölçüde dönemin Osmanlı İmparatorluğu’nun etnik dini gerçeklikleri gözetilerek geliştirilmeye çalışılmış bir ideolojidir. Dolayısıyla temel aldığı Türk tanımı ırksal ayrımlardan hayli uzak ve esnektir. Bunun en önemli nedenlerinden biri Osmanlı cemaat yapılarını belirleyen dini-mezhebi ayrım ve ölçülerin insanların aidiyet bilinçlerine de yansımasıdır. Fakat buna rağmen 1800’lü yılların sonlarına doğru Osmanlının, imparatorluk dışında yaşayan Türklere olan ilgisi artmıştı. Çünkü bu Türkler (özellikle de Rusya’dakiler) hareketlenmeye başlıyorlardı. 1900’lü yıllara gelindiğinde Pan Türkizm, hem imparatorluk içinde hem de dışında güçleniyordu, özellikle Jön Türkler bu fikri yayıyorlar, dil konusuna önem veriyorlar ve Farsça yerine Osmanlı Türkçesini öneriyorlardı.
Aynı dönemde Pan İslamizm de güçlenmekteydi fakat Pan Türkizm ile yakınlaşmak bir yana hatta kutuplaşmışlardı. İslami toplum yapısını korumaya yönelimli İslamcılara karşılık Türk milliyetçi akım, İttihat ve Terakki’de temsil edilen Batılılaşmacı hareketin içinde yer aldı.
- Dünya Savaşı sonrasında Türkiye tarafsız kaldığını söyleyerek her iki cephedeki gelişmeleri izliyordu. Bu sırada Türkiye’deki ırkçı-milliyetçi akımlar Nazi Almanya’sının ve müttefiklerinin büyük fetihler yaptıkları dönemde T.C.’den hiçbir baskı görmemiş hatta desteklenmişlerdir. O dönemde Türk Ocakları, devletin sağladığı en önemli olanaktı. Hareketin ideologları; Nihal Atsız, R. Oğuz Türkkan, Z. Velidi Togan, Nazi yanlısı generaller ve devlet görevlileriydi. O dönemin soy-ırkçıları, Nazilerin, Pan Germenist dünya egemenliği tezini, tüm Turani ulusları birleştirecek büyük Turan devleti teziyle karşılıyorlardı.
Türkiye’de faşist hareketin ilk evresini noktalayan bu “1944 Tevkifatı”nda 23 sanığın arasında Türkeş de vardı. Faşistlerin zulüm olarak gösterdikleri bu olayda sanıkların hepsi 5-6 ay yatıp çıkmışlardır.
1944 tevkifatının 1947’de kesin olarak beraatle sonuçlanmasından sonra yeniden toparlanmak ve örgütlenmek isteyen faşist hareket, içine girilen soğuk savaş döneminin de etkisiyle ırkçı temalardan ziyade ant-i-komünizm ağırlıklı bir propaganda yürüttüler, ancak umdukları ilgiyi görmediler.1950’lerin başında kurdukları örgütler DP hükümetince kapatılmış, saldırganlaşan ideologlar hakkında açılan davalar da mahkûmiyetle sonuçlanmıştır. 1950’lerin sonlarına doğru yayın organları kendiliğinden kapanmış veya kapatılmış, dağınık bir hareket vardır. (Bu süreçte Alparslan Türkeş orduda görev yapmaktadır.
1960 sonrası
27 Mayıs askeri müdahalesini haber veren açıklamayı radyolardan okuyan kişi Alparslan Türkeş’ti. Ordu içinde güçsüz olan Alparslan Türkeş ve ekibi darbe sonrası tasfiye edilmişlerdi. Bunun üzerine içlerinde Türkeş’in de olduğu kendilerine 14’ler diyen ırkçı-turancı görüşleri benimseyenler bira raya gelerek partileşmeyi tartışmaya başladılar. Çünkü darbe yoluyla iktidar olmalarının yolu kapanmıştı.
Cuntacı arkadaşlarıyla birlikte önce yeni bir siyasi parti kurmayı düşündülerse de bir partiye girip onu ele geçirmeyi daha uygun gördüler. Türkeş 31 Mart 1965’te milliyetçi-muhafazakar bir kırsal orta sınıf partisi olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne büyük bir törenle girdi. Türkeş ve ekibi partiye girdiklerinde iki küçük grupla birleştiler; eski CKMP gençleri ve darbe mağduru harbiyeliler. O güne kadar Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde çalışan gençler CKMP saflarına geçmeye başladılar. Bu gelişmeler 5 ay içerisinde meyvasını verdi. CKMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı istifa etmek zorunda kaldı. Partinin 1 Ağustos 1965’teki kongresinde Türkeş rakiplerini ezip geçerek başkanlığa oturan Türkeş, 9 Işık doktrinini ve başbuğluğunu ilan etti. (9 Işık: Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, Toplumculuk, İlimcilik, Hürriyetçilik, Endüstricilik ve Teknikçilik). İtalya’da Mussolini’ye “Duçe” Türkiye’de Türkeş’e aynı anlama gelen “Başbuğ” diyordu partililer. Türkeş partinin örgütlenme modelini Alman nazilerinden aldı; obalar ve oymaklar.
CKMP artık anti-komünistlerin kalesiydi. Başbuğ Türkeş ünlü söylevini o yıllarda verdi; “Davadan döneni vurun”. Türkeş’le birlikte parti programında da değişiklik oldu. Türkçülüğün yanına Müslümanlık da eklendi. Böylece milliyetçi hareket, resmi-Atatürk Milliyetçiliğiyle arasına mesafe koyuyordu. O dönemin ideolojisi Türk-İslam senteziydi. Bozkurt, yerini üç hilale bırakmış, kalpak giyen sarkık bıyıklı “Bozkurtlar” Türkeş’e ve üç hilale karşı çıkarak, Türklerin Araplaştırılacağını, öz benliklerinden uzaklaştırılıp Osmanlı yapılacağını söyleyerek partiden uzaklaştılar. CMKP’nin Türkeş ve arkadaşlarının eline geçmesiyle birlikte Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde yaygın adıyla komando kamplarından bahsedilir olmuştu. 19 Ağustos 1968 tarihli gazeteler Türkeş’in bir demecini yayınladılar. Türkeş demecinde komando eğitimi ile ilgili şunları söylemiştir: “Gençlik kolları çeşitli kültürel faaliyetlerde bulunurlarken kendilerine judo öğretiliyor. Komünistler memleketi sahipsiz sanıp da sokak hâkimiyeti kuramazlar. Memleketimizde onların anladığı dilden konuşacak milliyetçi çocuklar var.”
Türkeş komünizmle mücadele ederken komando kamplarıyla yetinmedi. 1965’te kurulan MTGT (Milliyetçi Türk Gençlik Teşkilatı)nin ilk hedefi her fakültede ve yüksekokulda dernekler kurmaktı. Kurulan bu dernekler gençlerden pek rağbet görmedi. Daha sonra Ülkü Ocakları’na dönüştü. Ülkücüler, dünyada ve Türkiye’de solun en güçlü olduğu yıl olan 1968’de eylemlerine başladılar. İlk işleri Ankara Üniversitesi Öğrenci Yurdu’nu basmak oldu. 1969’da liseli gençleri örgütlemek üzere Genç Ülkücüler Teşkilatı kuruldu.
CKMP’nin büyük kongresi 8 Şubat 1969’da Adana’da yapıldı. Partinin adı ve amblemi değişti. İstanbul’da CKMP gençliğini örgütleyen Ahmet Karabacak’ın çıkarttığı “Milli Hareket” adlı aylık derginin ismi beğenilmişti. Türkeş partinin adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirdi.
Komando kampları ve Ülkü Ocakları asıl meyvalarını 60’lı yılların sonlarında vermeye başladı. Çünkü Türkiye sol hareketleri işçilerle buluşarak her geçen gün ilerliyordu. Sivil faşisler, solcuların karşısına ilk kez o yıllarda çıkarılmaya başlandı. Bu “sivil güçler” ‘60’lı yıllarda İslamcı kimliğini kullanırken ‘70’li yıllarda ülkücülük daha çok işlerine yarıyordu. Taşlı sopalı saldırılar yerini tabancaya bıraktı.
1970’e gelindiğinde 8 kişi öldürülmüştü ve bunların hepsi sol görüşlüydü. Silah Fehmi Altınbilek adlı bir üsteğmene aitti. (Aradan yıllar geçti. TİKKO lideri İbrahim Kaypakkaya’nın işkenceyle öldürülmesinden, M. Ali Ağca’nın İran’a kaçırılmasına kadar adı birçok olayda geçen Altınbilek halen Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevlidir.)
1960’larda; yükselen sol muhalefeti sivil güçler olarak bastırmak misyonunu üstlenen faşistler, 12 Mart askeri darbesi sonrasında kendilerine ihtiyaç kalmadığından saf dışı bırakıldılar. Ülkü Ocakları kapatıldı. Ülkücüler darbe sonrası yayınladıkları bildirilerinde “Bozkurtların komünizme karşı mücadele vazifesini şerefli silahlı kuvvetlere devrettiğini” yazdılar. Çünkü ordu darbeyi her zamanki gibi solculara vurmuştu.
1970 Sonrası
Askeri yönetim ülkücüler arasında tek bir suçlu bile bulamadı. Hatta solcuların davalarında onları tanık olarak dinliyordu.
Kamuoyu “kontgerilla” sözcüğünü ilk kez o yıllarda duydu. İşkence gören yüzlerce insan, tahliye olduktan sonra kendilerine kontrgerilla diyen kişiler tarafından sorgulandıklarını söylediler. Özellikle İstanbul Ziverbey Köşkü’nde işkence görenler, gözleri bağlıyken duydukları şu sözleri yıllarca unutamadılar;”Genelkurmay’a bağlı kontrgerilla teşkilatının elindesin. Burada Anayasa yok! Yasalar yok! Yalnızca biz varız. Sorduklarımıza doğru yanıtları verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen. Kimse bizden hesap soramaz.” Dönemin sıkıyönetim komutanı Faik Türün ise Yankı Dergisi’nin 17 Ekim 1973 tarihli sayısına verdiği demeçte “…Ben Kadıköy’deki köşkü Kontrgerilla teşkilatına özel olarak hazırlattım.” diyordu.
14 Ekim 1973’te genel seçimlere gidildi. CHP tarihinde ilk kez AP’yi geride bırakarak 186 milletvekilliği kazandı. Bu sonuçta, Ecevit’in mitinglerde verdiği “İşkencecilerden ve kontrgerilladan hesap sorulacak” vaadinin önemli rolü olmuştu. MHP ise %3.3 oy oranıyla 3 milletvekili sokabilmişti meclise. MSP(Milliyetçi Selamet Partisi)-CHP koalisyonu ile hükümet kuruldu. Hükümet ortağı olamayan MHP 1974 yılında yapılan Kıbrıs çıkartmasından yararlanmayı bildi.
Askeri darbeden sonra dinlenmeye alınan ülkücüler için bu süreç çok uzun sürmedi. 28 Kasım 1974’te MHP gençlik kolları, “tekrar” dirilmekte olan komünizme karşı eylem kararı aldı.
1974 yılından sonra siyasal olaylarda ölen ilk on kişi yine faşistler tarafından katledilmişti.
31 Mart 1975 günü AP-MSP-MHP-CGP bira raya gelerek koalisyon oluşturdular. MHP ilk kez kilit noktalarda kadrolaşmaya başladı. Türkeş başbakan yardımcılığına getirildi. Görev alanı ise Milli İstihbarat Teşkilatı idi.
O yıllara kadar eylemlerde ateşli silah pek kullanılmıyordu. Ama artık demir, zincir, muşta dönemi kapanıyordu. Onların yerini otomatik silah ve bomba alıyordu. Silahların Kıbrıs’tan geldiği söyleniyordu. Rumlardan kalan ganimetler ülkücü faşistlerin bellerine sokuluyordu. Sivil faşistlerin katliamları artık hedef ayırdetmiyordu. Kendilerinden olmayan herkesi düşman kabul eden zihniyet en kanlı eylemlerini 1977 yılında gerçekleştirdi:
1 Mayıs 1977, mitinge katılanlara açılan ateş sonucu 34 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. 29 Mayıs 1977, Yeşilköy Havaalanı ve Sirkeci Garı’na bırakılan bombalarla 5 kişi öldü.
1977 yılının özelliği yalnızca kitle katliamları değildir. Aynı yıl CIA’in yeni başkanı Amiral Stansfield Turner Türkiye’yi “ziyarete”geldi. O sıralarda Türkeş’in dünürü Şahap Homris MİT Hukuk Dairesi Başkanı’ydı. Bir diğer tesadüf de Türkeş’in damadı Davut Homris’in kontrgerilla faaliyetlerinin yürütüldüğü Özel Harp Dairesi’nde görev yapmasıydı.
5 Haziran 1977 seçimlerinde MHP yine umduğunu bulamadı ve %6.4 oranında oy aldı. CHP’nin oy oranı ise %41’di. Mecliste tek başına çoğunluğu sağlayamayan Ecevit’in kurduğu azınlık hükümeti güven oyu alamadı. İkinci MC (milli cephe) hükümeti kuruldu. Türkeş birkez daha Başbakan Yardımcısı oldu fakat, 29 Aralık 1977’de verilen gensoruyu 14 bağımsız milletvekilinin de desteklemesiyle hükümet düştü ve CHP-Bağımsızlar hükümeti kuruldu. MHP’nin devletten tasfiye edildiğini gören Türkeş daha radikal tedbirlere başvurarak devleti bir an önce komünistlerin elinden kurtarma çalışmalarına başladı. Faşist katiller yine iş başındaydı.
Ankara’da ODTÜ mezunu Mühendis Salih Kandemir ülkücüler tarafından işkence yapıldıktan sonra öldürüldü. Cesedi 21 Aralık 1977 günü bulundu. Faşistler bu tip eylemlerinde paravan örgüt isimleri kullanırlardı. Dönemin ülkücü liderlerinden Esat Bütün bu örgütlerden şöyle söz ediyor: “ETKO, TİT, TÜŞKO gibi isimleri biz sol’a olan kompleksimizden kullanırdık. Hani onlarda var ya TİKKO, THKO gibi.”
Ecevit hükümetinin kurulmasından sonra 3 ay içinde toplam 187 kişi öldürüldü. Bu dönemde Abdullah Çatlı 22 yaşındaydı ve Ülkücü Gençlik Dernekleri başkanıydı. Aynı dönemde Almanya’nın faşist gençleri Türkiye’ye gelerek Çatlı’dan akıl almaktaydılar.
Doğan Öz’le başlayan cinayetler Ord. Prof. Bedri Karafakioğlu, Prof. Ümit Doğanay, Prof. Cahit Orhan Tütengil, Doç.Dr. Bedrettin Cömert, Doçent Orhan Yavuz, TRT Prodüktörü ve yazar Ümit Kaftancıoğlu, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler ile uzadı gitti. Bahçelievler Katliamı’nda 7 öğrenci, Maraş Katliamı’nda 111 Alevi-solcu, Çorum Katliamı’nda 52 kişi öldürüldü.
MHP’nin o dönemdeki en önemli işlevi, yükselen devrimci muhalefeti bastırmak, egemenlerin, krizin çözümü olarak gördükleri darbeye zemin hazırlamaktı. Halk, yükselen devrimci mücadelenin kitle tabanını oluşturuyordu, bu noktada faşistler, sistemin sivil uzantıları olarak halka saldırıyorlardı. Halkın faşist teröre karşı kendiliğinden oluşan savunma eğilimlerini, devrimci hareket Direniş Komiteleri’nde örgütledi.. Egemenlerin sistem krizini çözememesi ve yükselen halk hareketi karşısında faşistlerin pek çok yerde püskürtülmesi sonucu ‘80 darbesi yapıldı.
Darbe halkı ezip geçtikten sonra, 3 yıl süren açık faşizm koşullarında devlet, yeniden yapılanma yolunda önemli adımlar attı. Serbest piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi ve bir daha bu kadar yüksek muhalefet hareketlerinin oluşmasını engelleyecek düzenlemeler yapıldı.
Yeni dönemde MHP’nin rolü ise, darbe ortamının süreklileştiği savaş rejiminin kitle tabanını ve sokak gücünü oluşturmaktı. Emperyalizme göbekten bağlı bu sistemde MHP’nin yeni misyonunun saptanması için gereken tüm unsurlar vardı. Serbest piyasa ekonomisi için vazgeçilmez olan kara para, sıcak sermaye akışı, kaçakçılık gibi alanlara devlet zaten böyle bir yönelime gerilmiş olan ülkücülerin yerleşmesine göz yumdu. Çünkü tüm bunları kontrolü altında tutabilmesinin en önemli koşulu kendisinden bağımsız olmayan güçlere bunu yaptırmaktı. Bugün en büyüğünden küçüğüne tüm mafya alanlarının faşistlerin elinde olması, kaçakçılıktan ve katillikten aranan ülkücülerin ülkeye rahatça girip çıkabilmesi, ilişkilerin ispatı için yeterlidir. MHP’nin bir diğer rolü ise başta yükselen Kürt muhalefetine karşı, devletin en uç, ırkçı-şoven politikalarının tabanının yaratılmasıydı. Bu noktada hem okullar, hem yoksul, emekçi mahalleleri ülkücülerin saldırı faaliyetlerinin en önemli alanlarındandır.
Bugün MHP’nin oylarının artmasını sağlayarak, parlamertoya girmesini sağlayan devletin, yeniden yapılma sürecinde MHP’ye yeni roller biçildiği görülmektedir. Yeni rolü ne olursa olsun icraatları emperyalizden ve sermayeden bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla örülecek mücadele hattı bunları tüm yönleriyle karşısına alan, militan ve kitlesel bir hat olmalıdır.