Yeni Dünya Düzeninde THKP-C’li Olmak

Türkiye solu bir kimlik bunalımı içerisinde. Bu durum, siyasal yapılanmalardan bireylere kadar kendini hissettiriyor. Bunun önemli bir nedeni dünyanın verili durumunda sosyalizmin kendisini konumlandırmakta çektiği sıkıntıdır. Son 13 yıldır merkezi yapılarını sürdürdüğünü iddia eden ve daha çok 1980 öncesi politik tarzlarını koruyarak mücadele etmeyi tercih eden siyasal gruplar, bugüne ilişkin bir mücadele içinde bulunamamalarından dolayı yeni bir Devrimci kimlik edinememekte ve daha çok eski döneme ait politik kimliklerini koruyarak kendi varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Bugünü, sosyalizmin tarihsel bir döneminin başlangıcı olarak değerlendiren ve buna göre sosyalizm mücadelesinin her düzeyinde yeni bir politik süreç öneren Devrimciler ise bu konuda önemli adımlar atamamanın sıkıntılarını yaşıyorlar. Bu cenahta yer alan Devrimcilerin bugüne ilişkin yaşadıkları kimlik problemi açıkça görülmektedir. Ancak politik sürekliliğin sağlanması açısından da bir politik kimlik edinmeden varlıklarını sürdüremeyecekleri gerçeği onları bir arayışa itmektedir. Bu arayış ise, kendini çoğu kez, geçmiş ve gelecek arasındaki labirentte eklektizm adına düzenlenmiş “sahte kimlik” sahibi olmaya itiyor. Mitinglerde, gecelerde, anmalarda ve her türlü bir araya gelişlerde bu ortak kimlik tüm açıklığıyla kendini hissettiriyor. Bu bir araya gelişlerde daha çok öne çıkan ise geçmişin görkemiyle özdeşleşme isteği ve ona dönüş arzusu oluyor. Kuşkusuz, bu sorunun çözümü sosyalizm mücadelesiyle kazanılmış bir kimlik sahibi olmaktır. Tam da bu noktada, politik sürecin her düzeyiyle ilgili, geçmişle olan ilişkinin anlamı da önem kazanıyor.

Türkiye Devrimci Solu açısından 1970’li yılların başı önemli bir kilometre taşı olma özelliği taşıyor. Bu dönemde, toplumu sarsan iki önemli unsur öne çıktı. Birincisi 1960’lar sonrasında solun, TİP gerçeğiyle birlikte, güçlenmesi ve DEV-GENÇ ile militan-kitlesel bir hatta girmesi. Diğeri ise devlete karşı ilk kez açıktan bir silahlı mücadele başlatılması. Bu dönemde oluşturulan temel politikalar 1980 yenilgisine kadar Türk solunun genel yönelimini belirledi. Bu yüzden 1980 öncesi geçmişin değerlendirilmesi adı altında yapılan tartışmalar daha çok o güne ve geleceğe yönelik değerlendirmeler olarak yapıldıve bu anlamda önemsendi.

Bugün ise tüm sol açısından geçmişle bağın nasıl kurulacağı tam bir belirsizlik içinde tartışılıyor ya da tartışılmaması tercih ediliyor. Bu ise, her şeyden önce politik sürekliliğin, sistematik bir düşünce üretiminin önünde bir engel olarak durmaktadır.

Bu anlamda 30 Mart, daha çok geçmişle olan ilişkimizin sorgulandığı bir gün oluyor. Her 30 Mart “Ne yapacağız?” sorusunun sorulduğu bir gün oluyor.

Mutlaka bir şeyler yapmak gerekliliği üzerinde duruluyor; bu olamayınca da üzüntü duyuluyor. Zira, o gün bizim geçmişimize sahip çıkıp çıkmamanın önemli bir mihenk taşı olarak kabul görüyor. Yaptığımız anma ya da eylemler ise geçmişe övgüden öteye gitmiyor.

Kızıldere olayının olduğu 1972 yılında henüz doğmamış olan ve o mirası sürdüren politikaların kesintiye uğradığı 1980 yılında 4-5 yaşında olan ve on yıldan fazla bu politikaları yaşamında göremeyen bir kuşağa “Kızıldere Son değil Savaş Sürecek”, “Önderimiz Çayan Savaşa Devam” diye seslenmenin ne gibi bir anlamı olabilir? Bu şekilde yaşanan bir 30 Martın politik sürece hiçbir katkısı olamayacağı açıktır.

Bu şekilde, anma eylemlerinde, ortak gösterilerde “geçmişi çağıran” sloganlar atmak daha çok geçmişe sahip çıkma adı altında aslında bilinç altında radikalizme iman tazeleme ayinlerine dönüşüyor. Mutlaka bir gün “O’nun gibi” olunacağına olan inancın bugün yaşadığı gerçeklikle bağdaşmaması; bugünü ile geçmişi arasında bir kimlik parçalanmasına yol açıyor.

Bu tür bir araya gelişler bu anlamda bu sorunun aşıldığı doygunluklara sahne oluyor.(*) Bu yanıyla siyasal faaliyet, militan-radikal kimliğini salt geçmişten (ya da geçmiş biçimlerden) almakta fakat, bugüne ilişkin bir radikallik ve militanlık tanımlaması yapmaktan aciz görünmektedir.

THKP-C, her şeyden önce 1970’li yılların başında emperyalizmin uluslararası planda girdiği krizin sonuçlarının Türkiye gibi ülkelerdeki yansımalarının ortaya çıkardığı konjonktürün bir gerçekliğiydi. Genel planda Marksizm-Leninizm’i rehber alan özelde emperyalizmin 3.Bunalım Dönemi yaklaşımlarını kendine yakın bulan ve bu yaklaşımın sonuçlarını politik mücadeleye dönüştüren bir profile sahipti. Yeni Sömürgecilik, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, Suni Denge, Silahlı Propaganda gibi tezler o dönemin önemli ayrım noktalarını oluşturuyordu. Ve THKP-C bunlarla özdeşleşmiş gibiydi.

Şimdi sormak gerekiyor. Bitmiş bir tarihsel döneme ait bir Politik Hareketle nasıl bir bağ kuracağız. Bunun kaba bir devrim stratejisini (amaçlar, araçlar, ittifaklar…) sahiplenmekle olmayacağı açık olsa gerek. Zira yukarıda adı geçen politik tespitlerin hepsi kapsamlı bir emperyalizm, ülke analizi, sömürgecilik tartışmaları ve özellikle Küba ile başlayan bir devrimci tarzın devamcısı olarak şekillenmişti. Bu teorik-politik çerçeve o dönem açısından gerçek süreçler üzerinde doğruluğu belirlenmiş yaklaşımlardı. Bu anlamda geçmişe ilişkin bir tartışmayı bunların doğruluğu, yanlışlığı üzerinden yapmanın bir anlamı olmasa gerek.

Bugün, dünyada yaşanan değişim süreci; 2. bunalım dönemi ile 3. bunalım dönemi arasındaki farklılaşmadan çok daha derin farklılaşma süreci yaşıyor. Bu halde yukarıda bahsi geçen politik tespitlerin bugün ne anlama geldiği, yeni sürecimizle birlikte tartışma konusu edilmelidir. Kuşkusuz, biten bir dönemden bahsederken bıçakla ikiye ayrılmış bir zaman kesitinden söz etmiyoruz. Bir yanda dünyanın bir geçiş dönemi özelliği taşıması diğer yanda da eskinin özelliklerinin yeninin içerisinde barınabileceği ve onun bir parçası olabileceği unutulmamalıdır. Ancak bizim, burada esas olarak tartışmak istediğimiz husus THKP-C’nin bu politik tespitlere, hele helesadece silahlı mücadeleye sığdırılamayacağı konusudur. Zira, bunların hepsi belli bir tarihsel dönemin çözümlemesi üzerinde yapılmış ve o dönem açısından pratik değeri olmuştur. Oysa bir politik hareketi değişen koşullarda var eden ve onu sürekli kılan sahip olduğu “yöntem”dir esas olarak.

THKP-C’nin var olduğu 1970’li yılların başına kadar, bir yanda 50 yıllık TKP geleneğinin “gizli” mücadelesi diğer yanda ise TİP’in parlamenter yoldan mücadelesi egemen sosyalist mücadele tarzıydı. Bu dönemde rejimin, sistemin uluslararası bunalıma girmesiyle krize girmesi emekçi kesimler üzerindeki baskıyı artırdı.

Bu durumda devrimciler ya TİP gibi düzenin sınırları içerisinde, onun yasal meşruluğuna sığınarak ya da TKP gibi kendinden menkul bir politik mücadeleyi sürdüreceklerdi. THKP-C bu yanlış eğilimlerin arasında, özellikle TİP reformizmine karşı ideolojik mücadele ve DEV-GENÇ pratiğiyle, kendine ayrı bir yol açtı. O dönemin devrimcileri ne düzenin şefkatine sığındılar ne de yaşamdan çekildiler. Düzene açıkça ve cepheden tavır aldılar ve düşüncelerini kitleler nezdinde örgütlemeye çalıştılar. O dönemde, silahlı propaganda temelindeki politik faaliyetin amacı buydu esas olarak. Bizce, THKP-C’yi esas olarak tanımlayan karakter onun bu devrimci tavır alışı olmalıdır. (Kuşkusuz THKO ve TİKKO’yu da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.)

Bunun yanında, THKP-C’nin arka planını oluşturan yaklaşımların başında o günlerin dünyasında sırtını büyüklerden birine (Çin ya da SSCB) dayamadan politika yapmanın olası olmadığı şeklindeki yanılsamayı ortadan kaldırması geliyordu. Enternasyonalist dayanışmanın dışında hiçbir hegemonik ilişkiyi kabul etmeyen ve kendi gücüne güvenen bir politik perspektifi vardı.

Bunun doğal sonucu olarak da şu ya da bu Komünist Partinin dikteleriyle veya, diğer ülke devrimlerinin taklidinden oluşan bir ideolojik çerçeveye değil, ayakları kendi toprağına basan ve yaşamın canlı pratiğinin teorileştirilmesi üzerine oluşturulmuş bir politik perspektife sahipti.

Bugün, bütün bunlar ne anlama geliyor. THKP-C’yi bugün savunmanın bir gerekliliği var mı? Biz var diyoruz. Çünkü, dünyada sosyalizmin fiili olarak ortadan kaldırıldığı, ideolojik anlamda tahribata uğradığı ve yeni dünya düzeni söylemlerinin beyinleri işgal ettiği bir dünyada devrimciyiz diyoruz, sosyalizmi istiyoruz.

Kapitalistler Yeni dünya Düzeni adında bir şemsiye açıp tüm dünyayı bunun altında toplamayı hedefliyorlar. Bunun altına girmeyenleri şimdiden terörist ilan ettiler.

Tanrının Düzeni “Şeytan İmparatorluğumu yok ettikten sonra şimdi kendi düzenini toplumların en ücra köşesine kadar yaymaya çalışıyor. Bu egemenliğin karşısında sorun çıkaran düşünceleri -dün nasıl komünist ise bugün terörist olarak- sapkın (heretic) ilan edip, aforoz ediyorlar.

Sapkın olarak düzenin gazabına uğramak istemeyenler tövbe edip, bir tövbekar olarak ve yaşamlarının sonuna kadar bunun bilinciyle sürdürürler. Düzenin yasal meşruluğunu kabul edenler onun çizdiği sınırlar içinde yaşamlarını böylece garantiye alırlar.

Reddedenler düzenin gazabına uğrarlar. Bunlar yeni düzeni bozmaya çalışan sapkınlardır. Görüldükleri yerde hemen ihbar edilmelidir.(155) Olası sapkınlara (öğrenci, bekar vb.) ev verilmemelidir. Ve bu sapkınlar bulundukları yerde, tıpkı Ortaçağda cadıların köy, kasaba meydanlarında ahaliye seyrettirilerek yakılması gibi, tüm mahalle sakinlerinin gözü önünde öldürülür. Cesetleri tekmelenir. Cezayı infaz edenler alkışlanır, omuzlara alınır. Ve ibreti alem olsun diye onlarca mermiyle delik deşik edilmiş kanlı vücutları televizyonda, gazetelerde tüm halka gösterilir. Tam bir vahşet sergilenir. Ancak onlar her türlü cezayı hak etmişlerdir.(**)

Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Ne yapacağız? İki seçeneğimiz mi var? Ya tövbe edip şemsiyenin altına gireceğiz; bu dönemde devrimi istemenin nesnel koşulları yoktur deyip reformizmi yeğleyeceğiz ya da; evet biz günahkarız deyip bir günahkar gibi yaşamayı kabulleneceğiz.

Birincisinde, düzenin icazetini almanın rahatlığı içinde ona zarar vermeden, aksine onun bizi içinde barındırmasından dolayı şefkatinin, yüceliğinin ispatı olarak yaşamak; ikincisinde ise düzenin bize layık gördüğü biçimde gizli, yalıtık bir hayatı yaşamak. Sonuçta bu ikisi de düzenin aforoz mekanizmasını kabul eden ve bu anlamda düzen içi olan anlayışlar olmak durumundadır. Peki, 3. yol var mı? Biz var diyoruz. THKP-C’nin yolu.

En çok da bunun için THKP-C’liyiz bugün. Ne düzenin yasal meşruiyetine sığınıp, ondan icazet alarak politika yapacağız ne de devrimcilere verdiği “sapkın” rolünü kabullenip bir günahkar gibi hücre evlerine kapanacağız.

Açık devrimci politika yapacağız. Düşüncelerimizin örgütlenmesi için kendi inisiyatifimizle, legal, illegal mücadelenin tüm olanaklarını kullanacağız. Meşruiyetimizi burjuvazinin yasallığından değil kendi haklı mücadelemizden alacağız. Düzenin yıkılması için hangi araçlar, hangi mücadele yöntemleri gerekliyse kullanmaktan çekinmeyeceğiz.

Kızıldere’den Fatsa’ya süren serüvenimizde, Fatsa’dan bugüne, yarına devam edebilmektir yolculuğumuza THKP-C’li olmak. Evet, yolumuz Çayanların DEVRİMCİ yoludur.

(*) Diğer yandan Devrimci Yol’un 1980 öncesi gücü de benzer bir yaklaşımın yeniden üretilmesine neden olabilmektedir. Geleceğe yönelik her tartışma “Devrimci Yol gibi…” lafzıyla tanımlanmaya çalışılmaktadır. Oysa Devrimci Yolcuların başlattığı tartışma sürecine temel teşkil eden nesnel koşullar Devrimci Yol’un tekrarlanmasının olanağının olmadığını gösteriyor. Devrim Yol’un kaba bir efsaneleştirilmesi yerine O’nun öncü kitle ilişkisi, sosyalizmin kuruluşunda partinin, kitlenin rolü konusundaki temel yaklaşımları bugün için bir çıkış noktası olarak yeniden üretilmelidir. Aksi taktirde Devrimci Yol’un mirası Devrimci Yolun hayaletine dönüşmektedir.

(**) Kuşkusuz aforoz mekanizması uluslararası planda da işlemektedir. Günahkar ilan edilen Irak halkının üzerine tüm dünyanın gözü önünde tonlarca bomba yağdırıldı.

Mayıs 1993 Devrimci Gençlik